Powered By Blogger

28 Haziran 2011 Salı

NO sTRINGS ATTACHED 5(++)/10

Düşününce fena fikir değil aslında :P Kimseye duygusal anlamda bağlanmak yok, beklenti yok, hesap sormak yok, kıskanmak, kırılmak, üzülmek hiçbişey yok.. sadece canın beraber olmak istediğinde arayıp, birbirini mutlu edip hoop başka bir sorumluluk hissetmeden evine dönmek var.. ooh ne güzel hayat.. rahat mısın kızım sen…ne güzel öyle canım istedi gel, istemedi git.. hayır yapabilsen güzel tabi ama bunu becerebilecek sağlamlıkta kimseyi tanımıyorum ben.. kadın olarak söylüyorum mutlaka bir bağlanma hissi oluşur gibime geliyor.. duygusallık yok filan havası atılır ama ilk beraberlikten sonra aa nie aramadı, beni beğenmiyo mu, bak bak hala aramıyor.. hiç etkilenmedi mi.. bidi bidi bidi.. gerisi mutlaka gelir gibi sanki yani.. yapabilene de helal olsun tabi kınamam.. ihtiyaçtır, saygı duyarım :P



Neyse, gelelim romantik komedimize.. no strings attached,ergenlik döneminden itibaren muhtelif ortamlarda birbirleriyle karşılaşan iki gencin hikayesini anlatıyor..  kız (natalie portman) duygusal takılmayan, kimseye bağlanmak istemeyen gayet cool bir karakter iken, erkek (ashton kutcher) oldukça duygusal olup, eski kız arkadaşını babasına kaptırdığı için bunalıma girmiş bir gençtir.. günlerden bir gün yine bir ortamda karşılaşan çift, kızın isteği doğrultusunda “sex-buddy” olma konusunda anlaşır.. kızın kesin kuralları vardır.. duygusal anlamda bir bağlanma olmayacaktır ve ikisi de istediklerinde birlikte olunacaktır.. başlarda her iki taraf için de gayet eğlenceli giden birliktelik zaman içerisinde oğlanın kıza yakınlaşması ve onu kıskanmaya başlaması, kızın da farkında olmadan oğlana bağlanması gibi sonuçlara varacaktır ki bu da mutlu beraberliğin sonunu getirmektedir..

-ay ne komiksinnnn gülmekten yarıldım şu an :P

Olaylar gelişir..

Şimdi öncelikle film öyle süper komedi filmi gülmekten kırıyor gibi bir durum yok bunu belirtelim.. çerezlik film tadında.. zaten konusundan da öyle çok ciddi, derin bir film olmadığı açık.. ama yine de komedi filmleri sınıfında bir iki güzel espriyle (periyod dönemine ilişkin esprilerden bahsediyorum) benim için yeterli düzeyde eğlenceli olduğunu söyleyebilirim..

-azcık sarılam mı şöyle yandan?

İkinci olarak, portman ve kutcher her ikisi de çok beğendiğim oyuncular (portman’ın yeri apayrı tabi)  olduğundan bu filmden zevk almamda katkıları büyük.. düşünüyorum ikisi yerine tanımadığım tipler olsaydı aynı zevki alabileceğimi sanmıyorum.. oyunculuk anlamında tabi ki en zor rolleri değildi.. ama her ikisinin de başarılı ve karakteri zenginleştiren bir oyunculuk çıkardığını belirtmeliyim..

Bunu da vurguladıktan sonra, genel değerlendirme yaparsak film eğlenceli, boş vakit geçirmek ve kafayı dağıtmak isteyenler için izlenebilir bir film.. ama onun haricinde şiddetle tavsiye edilecek bir film de değil.. aslında klasik romantik komedilerden büyük farkı yok.. en büyük farkı oyuncuları sanırım.. bir de ben komedi filmlerinden çok keyif alamıyorum.. öyle çok komik gelmiyor mu nedendir.. hangi filme çok güldün derseniz bunun cevabını uzuuun süre düşünmem lazım..  zira hala aklıma bir film gelmedi.. tamam şimdi geldi.. Peter sellers-murder by death..  sanırım çok beklentisiz olmakla da alakalı bir beğenme olabilir..  yine de tavsiye ederim..  komedi alanında animasyonları daha eğlenceli  buluyorum galiba.. evet evet kesin öyle :P

Özetleeee, sıkılıyorsanız, komik bir şeyler izleyeyim, içinde ünlüler olsun, zaman geçsin diyorsanız, no strings attached  tam size göre..

Sevgiler..

26 Haziran 2011 Pazar

THE GIRL WHO KiCKED THE HORNETS' NEST 6/10

Milenyum serisinin son kitabını da bitirdikten sonra büyük bir hevesle “The Girl Who Kicked the Hosnets’ Nest” filminin karşısına geçtim.. İşte seri filmlerindeki en büyük handikap.. ilk film başarılıysa ikincisinden beklenti büyüyor.. hele o da iyiyse üçüncü filmden -hem de final filmiyse-  beklenti tavan yapıyor.. ve işte maalesef o “tavanda konuşlanmış” beklenti, filmin ilk 15 dakikasında yerle bir olunca tüm hevesiniz kursakta öyle bakakalıyorsunuz televizyona..

İkinci filmin sonunda Lisbeth durumu ağır halde bulunuyordu.. Final filmi özetle, Lisbeth’in hastanede iyileşme dönemi, bu arada bir taraftan İsveç gizli servisindeki malum grup Lisbeth için yeni komplo planları uygulamaya koyarken, sadık dost Mikael’in onu kurtarmak için gösterdiği çabayı ve sonunda da mahkeme sürecinden oluşuyor..

-hep lisbeth hep lisbeth.. napim ben de mi arı kovanına çomak sokayım ?

İlk filmde aslında bambaşka bir hikaye izlemiştik ve Milenyumda bahsi geçen “the girl”ün esas hikayesine ikinci filmde tanık olmuştuk..  Son filmde de bu hikayenin tamamlanmasını izliyoruz başka bir deyişle..

-ama sen de yaratıcı ol biraz.. mesela aslanın ağzına kafanı filan sokabilirsin ne bileyim..

Spoiler-bu paragraf filmle ilgili çok önemli olmasa da biraz detay veriyor: Ama işte, filmi izlerken Dilber Hala gibi tıkandım kaldım.. Şöyle ki, önceki serilerde de her ne kadar kitapla birebir uyumlu gitmese ve birkaç unsuru atlasa bile atlanılanların vazgeçilebilir unsurlar olduğunu düşünmüştüm.. zira filmin gidişatı ve karakterlerin tanınması açısından çok da önemli etmenler değillerdi..  Ancak final filmde, kitaba göre yapılan atlamalar çok daha fazla olmuş ve bence önemli kısımlar atlamış.. örneğin milenyum dergisi editörü erikanın dergiden ayrılıp çok önemli bir gazeteye editör olarak geçmesi ve orada bir takım olaylar yaşaması gerekirken, bu olay nasıl çarpıtılmış ne yapılmış nasıl buralara gelmiş hiç anlam veremedim.. bu şekilde çok fazla yerde takıldığımı söylemeliyim..

-sahnede arka planda yer kaptım çok ballıyım.. kamerada çıkıyor muyum acaba ?

Bundan daha önemlisi, her ne kadar önceki iki filmi izlemiş olsam bile, üçüncü kitabı okumamış olsaydım, bu filmden bir şeyler anlamakta oldukça zorlanırdım.. özellikle giriş kısmında olaylar o kadar hızlı geçiyor ki takip etmekte zorlanıyorsunuz.. ancak kitabı okumuş bir insan o olay silsilesine bir anlam verebilir..

Peki neden böyle oldu.. yani ilk film en iyisiydi.. ikinci süper değildi ama bir seri film için başarılıydı.. finalde ne oldu da böyle bir fiyasko yaşadık.. film bilgilerine baktığımda 3 filmin senaristlerinin farklı olduğunu, yönetmenin ise son iki filmde aynı olduğunu gördüm.. hayır yani madem ilk filmi yapmışsın mis gibi de tutmuş ikincide niye senarist değiştiriyorsun.. hadi ikinci de değiştirdin üçüncüde niye bambaşka bir adamı senarist yapıp güzelim eserin canına okuyorsun değil mi ama sevgili sinema sever..

Ve üzülerek söylüyorum ki, Amerikan versiyonunu izlemeyi düşünmüyordum ama bu filmden o kadar tatminsiz kaldım ki aklıma direk “neyse Amerikan versiyonu bu şekilde olmaz herhalde daha dolu dolu anlatır.. madem onu izliyim.. Allahtan Amerika var :PPP” şeklide abuk bir düşünce geldi.. abuk mabuk, amerikanın filmini izliycez gibi görünüyor napalım..

Özetleee, beğenmedim.. çok şey umdum, hiçbir şey bulamadım.. tabi bir de şöyle düşünmek lazım.. şimdi bu filmi değerlendirirken tamamen ilk iki filme kıyasla bir değerlendirme yapıyorum.. kıyaslama yapmazsam yine fena film değil diyebilirim sanırım.. o yüzden puanını 6 verdim gene.. elim bol..

Herkese iyi geceler..

25 Haziran 2011 Cumartesi

OLdBOY 7(+)/10

-budur..

Bazı filmler var bir taraftan sinemasal anlamda çok başarılı bulurken, bir taraftan da o filmi izlemiş olmaktan rahatsız oluyorum.. tam izlemiş olmaktan demek doğru değil aslında.. bir takım sahnelerden, imalardan diyelim.. 2003 güney kore yapımı oldboy da bunlardan biri.. böyle düşününce aslında Fransız korku filmi olan martyrs’le aynı sınıfa sokabilirim.. çok başarılı bulduğum ama rahatsız olduğum ve kafamdan bu rahatsız düşünceyi bir türlü atamadığım filmler..

Film yıllar önce bir şekilde elime geçti.. izlemeden önce konusuna veya başarısına dair herhangi bir fikrim yoktu..  dolayısıyla özellikle arayıp edindiğim bir film değildi.. ve sonra izledim gördüm.. o gün bugündür bu filmden bahsedince aklıma hem bir başyapıt izlemiş olmanın keyfi hem de çapraşık abuk sabuk ilişkilerin tuhaf rahatsızlığı bir anda geliveriyor..

Neyse konuya gelelim.. Oh Dae-su’nun küçük kızının doğum günüdür ve ona doğum günü hediyesini almış sarhoş bir şekilde eve gitmektedir.. daha doğrusu eve gitmeden önce bir şekilde polislik olmuştur ve arkadaşı onu almaya gelir.. neyse efendim eve giderken kaçırılır.. kendisini bir otel odasında bulan bu adamın, kimler tarafından ve hangi amaçla kaçırıldığına ilişkin en ufak bir fikri yoktur.. odasında tv izleyip, arada kapıdaki ufak bir aralıktan verilen yemeği yiyerek tam tamına 15 yıl geçirir..  bu süre içerisinde kimse kendisiyle konuşmaz.. hayatını sürdürmesini sağlayan tek şey televizyondur..  bu yalnızlık içerisinde arada kafayı da yer tabi ki.. halüsinasyonlar görmeye başlar.. Ve muhtelif yöntemlerle kendini öldürmek ister.. ancak, onu odaya hapseden kişi/kişiler her seferinde onu hayatta tutmayı başarırlar.. bu şekilde geçen 15 yılın sonunda gene neden olduğunu anlamadan bir anda serbest bırakılır..

-kafayı yemiş insan figürü..

Hikaye bu andan itibaren, oh dae-su’nun kendisini kimlerin hangi amaçla kaçırıp tutsak ettiğini bulmak ve intikamını almak için verdiği mücadeleyi ve bu arada genç bir kızla girdiği duygusal ilişkiyi anlatıyor..

Film en başarılı intikam filmlerinden birisi bu bir gerçek.. senaryoda en ufak bir kopukluk yok.. çekimler süper.. izlediğim en iyi sahnelerden birisi adamın daracık bir koridorda, kendisini hapis tutan piyon adamlardan oluşan bir orduyu, elinde sadece bir çekiçle darma duman ettiği sahne.. kill bill tadında bir dövüş sahnesi olmakla birlikte çekiçli kahramanın dar ve uzun bir koridorda tek kişilik mücadelesi görsel anlamda gerçekten övgüye değer olmuş..

 -işte intikam böyle bir şey.. cüneyt arkın halt etmiş..

Bununla birlikte, demin de bahsettiğim belli bazı sahneler bir takım ahlaki değerleri alt üst etmiş ki bir taraftan ağzım açık hayretler içerisinde kalırken diğer taraftan işte o bahsettiğim rahatsızlık geldi oturdu içime.. ama filmin etkileyiciliğini düşündüğümde bu tarz sahneleri abartmakla haksızlık ediyor da olabilirim.. böyle başarılı kaç tane film var ki sonuçta..

Yine bazı şiddet sahnelerindeki abartının benim için olmasa da bazıları için rahatsız edici olabileceğini düşünüyorum..

Özetle sevgili sinema severler, bir iki alışılmadık sahneyi göz ardı edersek (ki edebiliriz), değişik, ilginç, eğlenceli, şaşırtıcı ve başarılı bir filmden bahsediyorum..  Ve sinefil olduğunu iddia eden herkesin mutlaka “izlenen filmler” listesinde olması gerektiğini belirtiyorum.. ve gecenin bu orta yerinde herkese iyi geceler diliyorum efenim.. güzel rüyalar..

MARY aND MAX 8/10



İki tuhaf insanın sıra dışı arkadaşlığının hikayesini anlatıyor Mary and Max.. Klasik bir animasyonun ötesinde, ciddi, duygusal, çok derin bir dostluğun hikayesi.. bu 2009 Avustralya yapımı anime, Avustralyada (Melbourne) yaşayan 8 yaşındaki Mary adında yalnız  küçük bir kızla, Amerikada (New York) yaşayan, asperger sendromlu, obez 40 yaşındaki Yahudi Max’in 20 yıl süren dostluğunu anlatıyor.. 

Bu  tuhaf arkadaşlık, Mary’nin günlerden bir gün Amerikan telefon defterinden rastgele Max’in isim ve adresini alıp ona mektup yazarak bebeklerin nereden geldiğini sormasıyla başlar..



 Max önce aldığı mektuptan dolayı endişe yaşasa da daha sonra Mary’e yazmaya karar verir..  mary’nin bir yanıttan tüm ümidini kestiği anda Amerikalı bu yabancıdan mektup gelir.. ikili arasında böyle başlayan mektuplaşma kimi zaman sorunlarını kimi zaman sevinçlerini paylaşarak 20 yıl boyunca sürer..



Birbiriyle alakasız gibi görünen bu iki karakterin aslında görüldüğünden çok daha fazla ortak yanı vardır.. İkisi de yalnız ve mutsuzdur ve bu kalabalık ve acımasız dünyada birbirlerinden başka sahip oldukları hiçbir şey yoktur..

Film başlangıçtan sonuna kadar duygulu sahnelerle dolu.. tabi ki arada sizi güldüren olaylar da olmakla birlikte genel olarak bakıldığında duygusal kısmının çok daha ağır bastığı söylenilebilir.. ayrıca finalinin de çok vurucu olduğunu belirtmeliyim... aslında beklediğiniz bir sonla karşılaşıyorsunuz ve fakat onun da üstüne beklemediğiniz faktörler ekleniyor..  nihayetinde bir anime film izlemiş duygusuyla değil de biri size hayat dersi vermiş gibi kalkıyorsunuz  tvnin başından..

-max endişenin doruklarında..

Özetle,öyle tatlı, öyle sıcak ve sevimli bir film ki..  mary ve max karakterlerini siz de çok sevecek, arkadaşlıklarına bayılacak ve gözlerinizin yaşarmasına engel olamayacaksınız.. mutlaka izlenilmesi tavsiyesiyle..

-sağlıcakla kalın efenim..

CHLoE 6/10

O, Chloe’yi hayatına, evine ve evliliğine davet etti.. Büyük hata..



Şüphe insanın içini kemirmeye başladığında, bu ağır duygudan nasıl kurtulunur ? kendisine sorarak ? hissettirmeden ceketinin ceplerini, cüzdanını kontrol ederek ? peşine bir dedektif takarak ?.... işte bu ve benzeri yöntemlerin denendiği bir çok filmden birisi Chloe..

Catherine, dışarıdan bakıldığında her kadının hayalindeki hayata sahiptir.. başarılı bir doktordur ve yakışıklı eşi ve oğluyla kocaman bir evde zengin ve mutlu bir hayat sürmektedir.. ancak içeriye girildiğinde aslında catherine’in o kadar da mutlu olmadığı görülür.. oğlu asi bir gençtir ve annesinden çok uzaktır.. bu yetmezmiş gibi bir de eşinin kendisine olan ilgilisizliği ve telefonuna gelen tuhaf mesajlar bu orta yaşlarını yaşayan güzel kadının kocası tarafından aldatıldığından şüphelenmesine yeter de artar bile..

-kesim mi ha kesim mi..

Bu şüpheyle ne yapacağını bilemeyen catherine sonunda bir karar verir.. genç ve güzel bir fahişeden (chloe) eşinin karşısına çıkmasını, ve onu baştan çıkarmaya çalışmasını, daha sonra yaşananları gelip kendisine rapor etmesini ister.. böylelikle eşinin vereceği tepkiye göre aldatılıp aldatılmadığını anlayabilecektir..

Ve olaylar gelişir..

-gencim güzelim tüm aileyi elden geçiririm..

Yer yer dikkat çekse ve güzel ilerlese de, genel olarak baktığımda aklımda çok kalacak bir film olmadığını söyleyebilirim.. özellikle her zamanki gibi final tatmin edici olmamış.. kısacası filmin gidişatı fena olmasa bile finali filmin tansiyonuna yakışmamış ve inandırıcı da olmamış diyebilirim.. evet ne istersem söyleyebilirim.. yapabilirim bunu.. benim blogum değil mi.. kimse karışamaz :P

Ama yine de.. yine de.. ağır toplar oynuyor sevgili sinema severler.. sırf julianne moore ve liam neeson hatırı var bir taraftan.. yani bu insanların hatırının yarattığı izlenebilite, finalin izlenememebilitesinden yüksek olduğundan sonucu açıklıyorum.. çok iyi değil ama çok kötü de değil.. değişik bir gidişat, yer yer şaşırtıcı.. izlenebilir diyorum ve sevgilerimi gönderiyorum..

MY SASSy GIRL 8(+)/10

-film için olabilecek en özet afiş..

2001 yapımı, Kore sinemasının en tatlı, en başarılı filmlerinden birisi my sassy girl.. Akşam bindiği metroda aşırı sarhoş ve bir o kadar da güzel kızın, yolculardan birinin üstüne kustuktan sonra kendisine bakıp “canım” diyerek bayılması, bir şekilde bu kızın sorumluluğunu baş delikanlıya yükler..  erkek, ismini bile bilmediği bu yabancı kızı sırtına alıp bir motele götürür.. ama bırakıp gitmeye içi elvermez..

-ayakta durduğu gibi durmuyor..

buradan itibaren ikili arasında tuhaf bir ilişki başlar.. başlarda romantik olarak tanımlaması oldukça zor olan bu ilişki kızın erkeğe çektirdiği muhtelif eziyetlerle sürmektedir.. erkek, kızın istedikleri dışında herhangi bir yanlış yaptığında kızın otomatik tepkisi “do you wanna die?” (ölmek mi istiyorsun?) şeklindedir ve bu birden bire çok eğlenceli sahnelerin baş cümlesi haline geliverir.. bu eziyet dolu vahşi ama bir o kadar da eğlenceli birliktelik zaman içerisinde farklı boyutlara ulaşacaktır..

Ve olaylar gelişir…

-kızdaki vahşetten bir kuple..

My sassy girl, basit bir romantik komediden çok daha fazlası.. bir parça şiddet, üstüne biraz da dram katınca tadından yenmez olmuş.. Bu süper romantik komediyi izlerken kahkahalarla gülmemek elde değil.. espriler sağlam, sahneler sürükleyici, hikaye duygusal.. kızla erkeğin uyumu müthiş.. birbirlerine çok yakışmışlar..
Ve yine her başarılı yabancı filmde olduğu gibi sevgili Amerikan sineması durur mu.. tabi ki durmaz , ve hemen ardından aynı filmin Amerikan versiyonunu üretir.. ismi aynı olan filmin gerisiyle ilgili yorum yapamıyorum zira izlemedim.. yine de orijinal filmimizle birebir aynı olduğunu tahmin ediyorum..


-kız hiç olmuş mu.. bi bizim huysuza bak bi de şuna..

Özetle, her ne kadar bazı sahnelerde huysuz kızımız şiddetini biraz ayarlayamasa da, my sassy girl son derece eğlenceli, sürükleyici bir romantik komedi olup, iki oyuncunun birbirinden etkileyici performansıyla fazlasıyla izlemeye değer ve hatta kaçırılmaması gereken bir film diyorum.. Tüm sinema severlere ısrarla, şiddetle, vahşetle tavsiye ediyorum efenimmm..

FrOM PARIS WITH LOVE 6/10

Evde “plague” ın başka bir versiyonunu yaşıyor gibiyim.. yerimden kıpırdamadan film izliyorum.. arada bir kanallara da bakıyorum farklı bir ortama girmişim havası versin diye.. tüm hafta sonu boyunca duyduğum tüm insan sesleri sanal.. telefonla da aranmasam kendi sesime yabancılaşabilirim.. ama bir aksiyon filmi izleyince kendimi, sanki son 2 saatimi süper hareketli geçirmişim gibi tatmin olmuş, o anıları hafızama adeta bana aitmiş gibi kaydetmiş ve tüm o aksiyona rağmen hiç de yorulmamış durumda buluveriyorum.. ve bu durumdan gayet memnunum..

Son aksiyonumu bugün gerçekleştirdim.. From Paris With Love.. fransada Amerikan elçiliğinde çalışan James, CIA için önemsiz işler yapmakta ve üst düzey ajanlık işlerine alınmak istemektedir. Bir gün yeni bir görev  alır, Amerikadan gelen ajan Wax’a destek vermesi gerekmektedir. Derken ajan Wax gelir ve bütün Paris birbirine girer..

Olaylar gelişir..

-sen şu vazoyu tut. benim hanımla iki dakka bi işim var..

Tamam aksiyonsa aksiyon.. ama çok altı dolu bir aksiyon değil.. zaman geçirmekse sorun yok aslında ama bazı sahnelerde aksiyonu fazla uzattıkları için sıkıcı da olabiliyor.. bazı yerlerde ileri sardığımı itiraf ediyorum.. John Travolta ve Jonathan Meyersi beğenirim ama bir aradayken o kadar da iyi durmamışlar.. elektrik alamadım sanırım.. havaları çok farklı.. Travoltanın filmdeki tarzı güzeldi.. son dönem hep aynı şekil zaten.. kel kafa.. karizma top yapmış.. espriler filan eğlencelik..

-sen vazoyu tut. benim gençlerle ufak işim var..

Kısacası boş vaktiniz varsa ve ne izleyeceğinizi bilemiyorsanız ve de kafa yoracak film olmasın diyorsanız, ortaya çerezlik izlenebilir diyorum.. hepinizi öpüyorum..

THE gIRL WHO LEAPT THROUGH TIME 7/10

Küçükken bayılarak izlediğim bir dizi vardı.. Bu Dünyanın Dışından.. babası uzaylı olan evie isimli bir kız, iki elinin işaret parmaklarını birbirine değdirdiğinde zamanı durduruyordu.. o kadar etkilenmiştim ki durup durup parmaklarımı birbirine değdirir gözlerimi sıkı sıkı kapatır transa geçerdim.. gözümü açınca zamanın durmuş olmasını öyle dilerdim ki bir süre ses duymazsam kesin bu defa başardığıma inandırırdım kendimi :))) (tam nostalji yapmak isteyenler için url: http://www.youtube.com/watch?v=zBgDgQmUnNY&feature=player_embedded)

-hatırlayanlara özel sevgiler..

Neyse efendim nereden çıktı şimdi derseniz zamanda hoplayıp zıplayan bir kızın anime hikayesini izleyince aklıma geliverdi işte duygulandım.. bu arada yaş civarım da belli olsa gerektir ki ancak kendi kuşağım  gençleri (:P) bu diziyi bilebilir.. evet 30+ yaş grubu ben de sizden birisiyim işte itiraf ediyorum..

-hiaaaaaaaaaa!

Evet gelelim the girl who leapt through time’a.. Makoto, çok kötü bir gün geçirmiştir ve günün sonunda tüm tersliklerin üstüne yetmezmiş gibi geçirdiği bir kazada ölümle burun buruna gelmişken birden zamanda atlama yaparak günün başına geri gelir.. önceleri ne olduğuna anlam veremese de zamanla böyle bir yeteneği olduğunu fark eder ve bu yeteneği, yaşanan olayları işine geldiği gibi yönlendirmek için sürekli zamanda geri gelerek kullanmaya başlar..

-huaaaaaaaaaa!

Ancak bu kendi çıkarları için zamanda geri atlamalar, hesaba katmadığı sorunlara sebep olacaktır..
2006 yapımı bu başarılı anime Japonya’da en iyi anime film ödülünü de almış.. eğlenceli, neşeli, sevimli, duygulu bu uzun metraj animasyon filmini anime severlere tavsiye ederim.. bu arada yer yer esprileri olsa da genel olarak bir buz devri veya shrek gibi değil tabi ki.. nispeten ciddi bir film konusundan da anlayabileceğiniz üzere..

Ama yine en çok takıldığım sorun filmin sonu.. yani neden bitti.. nasıl bitti.. keşke öyle bitmeseydi.. yani sanki başka türlü bitseydi daha mı iyi olurdu.. yoksa daha mı klişe olurdu.. bilmem ki.. yine de klişe mlişe.. öyle bitmeseydi daha iyi olurdu.. evet kesin daha iyi olurdu.. evet.

Sevgiler, saygılar..

-asuaaaaaaaaaaaa!

MOOn 7(+)/10

Tek başına 3 gün 5 gün değil.. 6 ay değil.. tam 3 yıl.. boş bir evde değil.. boş bir kasaba da değil.. dünyada bile değil.. ay’da.. yalnızlığın daniskasında.. bakınız aşağıda:



Tek kişi bir film nasıl götürülür.. buyurun izleyin, görün..  sam rockwell başarılı oyunculuğuyla 97 dakika boyunca bizi meraklandırmayı ve heyecanlandırmayı başarıyor..

Sam, ayda kurulan bir maden üssünde görevlidir ve her daim güleryüzlü robotu gerty’i saymazsak yalnız yaşamaktadır. Kısacası ayda tek başınadır. Maden firmasıyla üç yıllık bir sözleşme imzalamıştır ve sözleşme süresi dolmak üzeredir. Dünyada bıraktığı karısı ve kızına kavuşması için günler kalmıştır.. Bu arada elbette ki üç yıllık yalnızlık (robot da bir yere kadar)  adamı bayağı bir bıktırmıştır.. dünyaya dönmesine günler kala bir takım tuhaflıklarla karşılaşan sam, bu tuhaflıkların kaynağını araştırmaya başlar..

-3 yıl öncesi..

Ve olaylar gelişir..

Gerty, harika bir robot olmuş, yüzünde her daim aynı gülümsemeyle ortalıkta dolaşırken insan an geliyor “yok yok bu gülüş çok sinsi.. pis gülüş bu anladım ben” hissine kapılabiliyor.. aslında farklı ruh hallerine göre farklı yüz simülasyonları eklenmiş.. bir gülüyor, sonra birden hissizleşiyor.. bazen üzülüyor.. bu da onu biraz daha insansı yapmış sanırım.. tabi robotun işi sadece gülümseyip ortalıkta dolaşmak değil, sam’e her türlü işinde yardımcı olmak.. o ne isterse yerine getirmek ve onunla konuşarak (akıllı robot tabi ki) biraz olsun yalnızlığını hissettirmemek, kafayı yemesine engel olmak gibi hayati görevleri de var..

-kahveni getirdim hacı..

Sonuç olarak Sam rockwell’in  yüksek performansı ve etkileyici senaryosuyla, izlenmesi gereken bir film diyorum.. filmin başındaki sam’la sonundaki sam arasında “dağlar kadar fark” var diyorum..

-3 yıl sonra ??

 izleyin görün diyorum.. öpüyorum efenim..

 -nı ha ha hahahhaahahahahah aslında çok sinsi gülüyorum içten içe

THE WICKER MAn 2.5/10

Tamam son olarak sizi özellikle bir film hakkında uyarmadan duramayacağım.. fazla kötü film sıraladım farkındayım ama ne yapıyorsam hep siz mutlu olun, böyle kötü kötü filmler izleyip sinirinizi bozmayın diye :PP



Neyse sözü fazla uzatmayacağım zira bu film için sarfedeceğim her söz zaman kaybı.. (ama işte dediğim gibi sizin sinir krizi yaşamamanız için feda olsun :P)

Bir şerife eski nişanlısından mektup gelir.. gizemli bir topluluğun yaşadığı bir adaya yerleşmiştir ve kızı kaybolmuştur.. kızını ada sakinlerinin kaçırdığından emindir ve onu bulması için yardım isteyebileceği başka kimse de yoktur..

-ceeeeee (ada sakinleri)

Şimdi böyle anlatınca sanki güzel bir filmmiş gibi görünüyor olabilir.. o tamamen benim anlatımımdaki akıcılık ve tarzımdaki gizemle alakalı bir durum :PPP yanılmayın.. yahu sevgili nicholas cage’in adaya gidişinden itibaren birbirinden saçma, abuk sabuk haller, tuhaf tuhaf hareketler, manyak manyak bakışlar.. ne oluyor kardeşim.. bir de final yapmışlar ki.. aman allahım.. çektiğim ızdıraptan ağlamak istiyorum.. 

-sen.. 1+1=2 ise 25 in kare kökü kaçtır ?

Madem o kadar ızdırap çektin neden sonuna kadar götürdün diye soracak olursanız o içimdeki sonsuz iyimserlik, pozitif yaklaşım, her kötünün içinde bir iyi vardır felsefesinden hareket edişim ve filmin içindeki iyiyi arayışım… filan değil tabi ki… neden ben de bilmiyorum.. öyle başladık bir kere bi gayret diye diye başladı bitti..

Kıssadan hisse, the wicker man’i duyduğunuz ya da gördüğünüz yerde hemen ortamdan uzaklaşın diyor hasretle gözlerden öpüyorum efenim.. sevgiler..

THE LEGIOn 3(+)/10

Hızımı alamayıp konuyu Legion’a getiriyorum.. Tanrının insanoğluna inancı kalmamıştır (insanoğlunun tanrıya inancından bahsetmiyorum karıştırmayalım :P) ve insanlığı komple ortadan kaldırmak için bir dizi katil meleğini dünyaya gönderir.. ama tabi ki insanlığın son bir umudu da yok değildir.. doğmak üzere olan bir bebek vardır ve bu bebek dünyaya gelebilirse insanlık kurtulacaktır. (ha peki bu bebeğin özelliği ne, soyuyla ilgili bir durum mu, annesinin geçmişiyle mi alakalı, babası melek miydi.. hadi onu geçtim tanrının insanlığa inancı neden bitmiş.. belli bir olay mı oldu.. yoksa bu savaşlar, kötülük falan filan genel de olsa bir sebep var mı.. ne bileyim işte muhtelif gerekçeler olabilir, bunlar benim ihtimallerim, ve fakat bu sorulara bir cevap yok.. var da ben mi kaçırdım.. sanmam..) yani insanlık neden böyle tanrıyı sinir etmiş veya bu bebeğin dünyaya gelişiyle neden tüm insanlık kurtuluyor veya tanrının insanlardan kurtulma yöntemi bir dizi silahlı melekle mi olmalıydı acaba belli değil.. tanrının işi tabi çok sorgulamamak lazım diye düşündü herhalde senarist ya da yönetmen..

-sağ elde bıçak, sol elde makinalı tüfek.. işte geldi baş melek :PP

Derken derken, baş meleklerden Michael’in insanlara inancı hala vardır (ağlarım ama..:P) ve bu yüzden bu bebeği ne pahasına olursa olsun koruyacaktır..

Bu arada meleğin melekliğini kanadından anlıyoruz.. yoksa başka bir özelliği yok yani.. aynen insanlar gibi tabanca tüfek savaşıyorlar..  konu kopuk, abuk sabuk, oyunculuk çok kötü (öyle oyuna o kadar oyuncu olur) kısacası eziyet sayılabilecek bir film olmuş kanımca..

Yanarım yanarım başrolde paul bettany’nin oynamasına yanarım.. canım benim, betanim, senin orada ne işin var a be yiğidim.. çekil oradan, gidip güzel güzel a beutiful mind, da vinci code gibi filmlerde oynasana.. yazık değil mi sana..

Sadece kafedeki yaşlı kadın ile  dondurmacı adamın dönüşüm sahneleri efekt açısından iyiydi..

-dondurmaaaaa...

onu da görmeseniz de olur diyorum ve böyle bir başarısızlığı izleme bağlamında ben ettim siz etmeyin diyorum efenim.. saygılar sevgiler..

 -canımı sıkmayın lannn..

THE LAST AIRbENDER 4/10

Baktım sürekli izlenmesi gereken filmlerden bahsetmeye başlamışım, araya bir de izleyip izlememeniz büyük fark yaratmayacak olan bir film tıkıştırayım dedim.. the last airbender da bu konuda biçilmiş kaftan olduğuna göre neden olmasın diyerek konumuza geçiyorum..

4 ana elementin (ateş, su, hava, toprak) farklı uluslar tarafından kontrol edilebildiği bir dünyada barış, 4 elementin tümüne hükmedebilen ve reenkarnasyonla her seferinde farklı bir element ulusundan dünyaya gelen avatar sayesinde sağlanmaktadır. Son avatar, hava bükücüler arasından dünyaya gelmiş ancak ateş ulusu kralının egemenliğini ilan edip diğer elementlerin uluslarına savaş açtığı dönemde 12 yaşında ortadan kaybolmuştur. Avatarın yokluğunu fırsat bilen ateş krallığı, tüm dünyayı yavaşça ele geçirmeye başlamıştır.. 100 yıl bir buzdağının içinde kalan Avatar, iki su bükücü çocuğunun buzdağını kazara kırmasıyla hayata geri döner.. Şimdi bu 3 çocuğun bir görevi vardır.. Ateş Krallığının savaşına bir son vermek..

Şimdi, muhtemelen herkesin bildiği gibi avatar, aslında bir çizgi/anime dizi serisi olup, çok eğlenceli, bir o kadar esprili ve yine bir o kadar sürükleyici süper bir animedir..

-bkz. animenin güzeli..

2,5 gün boyunca evde hasta yatarken yemek ve zorunlu ihtiyaç molaları dışında hiç ara vermeksizin izlediğim ve hayran kaldığım bu süper çizginin elbette ki hemen ardından kaçınılmaz olan gerçekleşmiş ve Amerika Birleşik Devletleri Hollywood Stüdyoları, olaya el atmıştır... bu müdahalenin ürününü merakla beklerken maalesef hüsranla karşılaştım.. zira filmdeki karakterlerle animedekiler uymamış, film çok karanlık bir ortam yaratmış,  içinde hiç komik unsur kalmamış ve zaten çizgideki hikayeyi kısaltayım derken bence amacını bayağı bir geçmiş gitmiş.. Hele filmin bir bitiş sahnesi var ki bittiğini anlamam için jenerik akması, idrak edebilmem içinse onun da üzerinden 15 dak. geçmesi gerekti.. yani pes dedim başka bir şey diyemedim..

-avatarda sempatinin s si kalmamış..

M. Night Shyamalan’ın altıncı his filmi benim için unutulmazlar arasında olmakla birlikte, köy, işaretler ve sudaki kız filmi bir an once unutulması gerekenler listemde yer almakta.. derken bu son hava bükücü filmi ile de yönetmenin hayal kırıklığı yaratmaya ve ikinci listeyi kabartmaya devam ettiğini söyleyebilirim.. bir de mistik olay filmi var.. insanlar arasında ayırım yaratan film.. ondan da bir ara ayrıca bahsedeyim..

Arkadaşlar demem o ki, “son hava bükücü-1” zaman kaybı yaratan, “izleseniz de olur izlemeseniz de hatta izlemeseniz daha iyi olur” kabilinden bir film.. ammaa anime “avatar” vardır ki, küçük büyük her yaştan seyirciye şiddetle tavsiye edilir diyorum saygılar sunuyorum efenim..

THE GIRL WHO PLAY WITH FIRe 7/10

Milenyum serisinin ikincisi olan The Girl Who Play With Fire, seri filmlerinin genelde yarattığı hayal kırıklığına yaklaşmamış bile.. Aslında, ilk filmde konu her ne kadar Lisbeth’le Mikael etrafında gelişse de bambaşka bir hikayeye odaklanıyordu. Yıllar önceki gizemli bir kayıp vakası araştırılmıştı.. İkinci filmde artık Lisbeth’in geçmişi detaylandırılıyor ve hikaye daha çok ona odaklandırılıyor..

-dokunma yanarsın..

Hikayeye gelelim.. Milenyum dergisi, ülkenin ileri gelenlerini de kapsayan bir seks trafiği araştırmasını yürütmektedir. Bu esnada, araştırmacı ile sevgilisinin cesetleri bulunur.. cinayet yerindeki izler, katilin Lisbeth Salander olduğunu göstermektedir. Ancak, Mikael bunun doğru olmadığından emindir.. zira Lisbeth, kadın düşmanı erkeklerden nefret etmektedir ve öldürülen araştırmacı ile sevgilisi de tam bu konuda çalışmakta kadınları sömüren erkekleri birer birer ortaya çıkarmak istemektedir.

Polis araştırması esnasında ortaya bir üçüncü ceset daha çıkar.. Maalesef maktül Lisbeth’in vasiliği görevi verilmiş olan avukattır. Bu son cinayet, olayı genç kızla iyice ilişkilendirmiştir. Polisler her yerde Lisbeth’i aramaktadır. Bu defa Mikael bu beladan kurtulmasından ona yardım etmeye çalışacaktır.

-kibrit var mı ?

Ve olaylar gelişir..

Film ilkine göre biraz daha kompleks ilerleyebilir.. ben isim konusunda çok başarılı değilim.. bir filmin içinde 10 tane ayrı isim geçti mi, hangisinin kim olduğunu ayırmakta zorlanıyorum.. bu filmde de bir sürü isim var ama hiç zorlanmadım.. peki nasıl mı :) önce kitabını okursanız, mecburen her sayfada aynı isimleri defalarca okuduğunuz için kimin neci olduğunu ezberliyorsunuz.. dolayısıyla insanları tanımakta hiç zorlanmıyorsunuz... en ilginci de çoğu karakterin tam kafamda yarattığım, daha doğrusu tam kitabın anlattığı tipte olması.. isimleri söylenmeden de kişileri tanıdım desem yeridir.. ama kitap olmasaydı bu filmi anlamakta bayağı zorlanırdım ve o zaman da filmden hiç keyif alamazdım bu da bir gerçek..

Kitabına oldukça bağlı kalmış ama tabi süre sorunundan dolayı birkaç önemsiz olayı atlamış.. örneğin Lisbeth’in yurt dışında geçirdiği süreyi neredeyse tamamen atlamış ki kitabın asıl konusuyla ilgili olmadığından olsa gerek..

O yüzden benim önerim bu filmi mutlaka ama mutlaka izlemelisiniz.. ama kitabını okuduktan sonra..
Şimdilerde 3. Kitabı bitirmek üzereyim.. o kadar zevk aldım ki hiç bitsin istemiyorum.. o yüzden böyle yavaaaaş yavaaaş, ağııır ağıııır okuyorum bitmesin diye.. ama nereye kadar.. elbette o kitap da bitecek.. sonra serinin son filmi izlenecek ve buradan sizlere anlatılacak..

Sevgiler saygılar efenim..

THE gIRL WITH THE DRAGON TATTOO 8 (***)/10

Stieg Larsson’ın  Milenyum üçlemesinden ilk parçasının sinemaya uyarlaması olan film, müthiş bir kitabın süper görseli olmuş benim için.. Önce filmi izledim bu sefer.. çok beğenince kitabını da okumalıyım dedim.. normalde tersini yaparım.. Senaryo, bir iki detay dışında aslına bağlı kalmış.. ne de güzel olmuş..

İsveç yapımı filmimizin konusuna gelirsek;. Mikael Blomkvist büyük yolsuzlukları ortaya çıkarmasıyla ün yapmış Milenyum dergisinin baş yazarıdır ve bir gün yine ünlü Vanger Şirketler Grubu yöneticilerinden Henrik Vanger onu arayarak, 40 yıl önce hiç iz bırakmadan ortadan kaybolan yeğeni Harriet Vanger’in başına ne geldiğini araştırmasını ister.. Onca yıl boyunca polis tarafından izine rastlanmayan ve öldüğüne inanılan Harriet’le ilgili araştırmalarında kendisine süper zeki bir hacker ama bir taraftan da asosyal ve sorunlu bir genç kız olan Lisbeth Salander yardım edecektir.. Araştırmada yakaladıkları bir  ipucu ikilinin, 40 yıl önceki gizemli kayboluşla o yıllarda işlenen seri cinayetler arasında bir bağlantı olduğunu fark etmelerini sağlayacaktır..

-burnumun sol kanadına da bir hızma taktırmak istiyorum böyle sağa çekiyorum da..

Ve olaylar gelişir..

Harriet Vanger hikayesi, ortada dolaşan siyah beyaz fotoğraflar, ufak ufak ipuçlarının bir araya getirilmesindeki ustalık, filmin gayet sürükleyici olmasını sağlamış.. hiçbir yerinde sıkılmak gibi bir durum söz konusu olmuyor, aksine ortaya ne çıkacağını dakika daha bir merak ediyorsunuz.. ve olay çözülmeye başlarken de tabi biraz biraz tahmin de edebilmekle birlikte bazı durumlarda şaşıradabiliyorsunuz...

Lisbeth tiplemesinin çok başarılı olduğunu ifade etmek isterim.. hem karakter olarak hem de fiziksel olarak favorim.. Sırtında kocaman bir ejderha dövmesi var tahmin edebileceğiniz gibi.. gerçi dövmenin hikayesini henüz öğrenemedik ama bu dış dünyaya öfkeli genç kızın zor bir çocukluk geçirmiş olduğunu öğreniyoruz ilerleyen dakikalarda.. devamını da daha ilerleyen dakikalara bırakıyoruz..

-gerçek mi acaba :P

Serinin en acıklı yanıysa, yazarın üçlemeyi tamamladıktan sonra daha basılmadan önce 2004 yılında aniden vefat etmiş olması..

Özetleee, hemen ikinci kitabı alıp okumama sebep olan The Girl With The Dragon Tattoo’nun mutlaka izlenilmesi gerekenler listemde üst sıralarda olduğunu belirtir, sevgilerimi sunarım efenim..

THE LOVELY BONEs 7 (+)/10

Sapık bir katil tarafından öldürülen 14 yaşındaki Susie Salmon, ölümünden sonra öteki tarafa geçmeyi reddetmiştir. Arafta kalan Susie, ailesini ve katilini gözetlemekte ve ümitsizce intikam istemektedir. Aile, kaybolan kızlarının peşinde perişan durumdadır.. Ortada kızlarının hayatta olduğuna dair en ufak bir ipucu olmadığı gibi, cesedine de rastlanmamıştır.. Anne ve baba bu kaybın ardından dağılmış, anne çareyi diğer 2 çocuğu ve kocasını kendi annesine emanet edip bir süreliğine uzaklaşmakta, baba ise geçip giden zaman içinde sürekli yeni ipuçları peşinde koşmakta bulmuştur..

-güzel güzel evine giderken aklı çelinen erken ergen bakışı..

Güzel bir hikaye ama maalesef Susie için uzaktan çaresiz bir seyrediş.. 14 yaşında daha ilk öpücüğünü bile yaşamadan acımasız bir şekilde öldürülüp küçük bedeni bir kasanın içine tıkılmış bu kız, intikam istediği için ailesini bir türlü bırakıp bu olayı atlatmalarına izin verememektedir..

Psikopat katil rolünde Stanley Tucci(ki oyunculuğunu çok beğenirim) cuk olmuş.. yani bakışları, terlemesi, mimikleriyle adam en baba psikopatı sollayıp geçip gitmiş.. öyle sağlam oynamış ki adama uyuz oldum.. küçücük kızdan ne istedin be vicdansız herif diye bağırdım içimden usulca :P gel gör senaryo yazılmış, yönetmen yönetmiş, oyuncular neylesin.. onlar da oynamış.. oynamış da fena mı olmuş.. yooo.. güzel film olmuş ama zavallı kızın pat diye hayattan koparılmasına da içerlemeden yapamıyorum ne yapayım..

-güzel güzel evine giden erken ergenin aklını çelmeye çalışan psikopat adamın o masum, o sempatik, o cin duruşu...

Filmde bolca ünlü var.. Kızının acısını bir türlü atamayan baba rolünde Mark Wahlberg (nedense bendeki imajı sürekli bol kaslı, vurdulu, kırdılı filmlerin adamı şeklinde olduğu için kendisinden çok hazzetmesem de bu filme de yakışmış bir şekilde.. bir de The Departed filminde saygı duymuştum kendisine..) güzel bir oyun çıkarmış.. Anne Rachel Weisz, anneanne de Susan Sarandon.. Sarandona bayıldım, tam tipine yakışan alkolik bir anneanne olmuş..

-hayır yani neresi orası.. nedir abuk sabuk haller.. tuhaf tuhaf sahneler..

Özetleee, biraz gereksiz uzatılmış bir “ölümden öte ama cennet desen değil” tasviri (rengarenk ağaçlar, patlayan flaşlar, çeşit çeşit elbiselerle defileler vs.) dışında, bu kızın hikayesini kaçırmayın diyorum ve sevgilerimi sunuyorum..

AWAKe 7/10

Yine bir ruhun bedenden ayrılıp etrafta dolaşması vakası..

Şöyle ki, Clay şehrin en zengin ailelerinden birinin tek oğludur.. kalp hastasıdır ve kalp nakline ihtiyacı olduğu için hastanenin kalp listesinde beklemektedir (kalp kalp kalp kalp...). Babasına dair bölük pörçük anılarından, yıllar önce evlerinde yaşanan bir kazada öldüğünü hatırlayabilmektedir. Annesi, tek oğlunun üzerine titremekte, bir istediğini iki etmemektedir.. Derken Clay, annesinin yardımcısı olan güzel Sam’e aşık olur.. Ancak anne, bu birlikteliğe kesinlikle taraf değildir.. Kızın oğlunun parasının peşinde olduğunu, ona layık olmadığını düşünmektedir.

Derken efendime söyleyeyim, Clay uzun süren beraberliklerinin bir noktasında Sam’a evlenme teklif eder ve kilisede bir gece gizlice evlenirler.. Rastlantıya (!) bakın ki aynı gece ilerleyen saatlerde hastaneden kalbin bulunduğu haberi gelir..

Clay, Sam ve anne, ameliyat için hastanede bir araya geldiklerinde, anne bu gizli evliliğin haberiyle şok olur.. Ancak yapacak bir şey yoktur.. Ameliyata odaklanılmalıdır.. Yıllardır tanıdığı ünlü bir doktorun, onu ameliyat etmesine için izin vermesi için Clay’e yalvarır..  Ancak Clay, eş seçiminde olduğu gibi, ameliyat olacağı doktor konusunda da kendi doğrularından vazgeçmeyecektir..Ve ameliyat başlar..

-acıdan geberen, ama ses çıkartamayan insanın tırstıran dramı..

Clay rolünde Hayden Christensen... Sam, tüm güzelliğiyle Jessica Alba. Alba’ya bayılıyorum.. Christensen’ı beğeniyorum.. filmden tırsıyorum.. zira anestezi altındaki hastaların yüzde birinden az da olsa bir kısmı uyanık kalıp tüm acıyı hissedebiliyormuş.. hal böyle olunca, tanrım ameliyat masasına düşürmesin diye diliyor, ama bir yandan da filmi 3 kere izleyecek kadar mazoşist bir yanım olduğunu da kabul ediyorum.. (dikkat ettim amma uzun cümle kuruyorum.. yok yani cümleye başlıyorum, sonra bir türlü kendimi durduramıyorum)

Özetleee, gerçeklik payını bir yana bırakırsak, bence başarılı.. sonuna kadar götürür.. ve sonunda sizi şaşırtır.. bir de anne eli öptürtür.. izledim gördüm..