Powered By Blogger

29 Ağustos 2011 Pazartesi

SOCIAL nETWORK 7(+++)/10

--Birkaç düşman edinmeden 500 milyon arkadaş kazanamazsınız..

Artık etrafta interneti olup da facebook kullanmayan kimse kalmamış durumda.. İnternetle birlikte bütün arkadaşlık ağı sanal aleme taşındı.. kim kiminle, kim ne yapmış, neredeymiş birbirimizle ilgili tüm bilgileri facebooktan takip ediyor, günde en az 3-5 kere bu sayfaya tıklıyoruz.. tabi bu arada sayfanın sahiplerini de zengin ediyoruz.  Ama hak edilen bir zenginlik bence bu..

2010 yapımı Social Network,  bugün 750 milyon kullanıcıya ulaşmış facebook’un doğuş hikayesini anlatıyor.. The Curious Case of Benjamin Button ve Fight Club gibi son derece başarılı filmlerden tanıdığımız David Fincher’ın yönetmenliğindeki film bilindiği gibi 2011 oscar ödüllerinde en iyi film dahil 8 dalda aday olup, en iyi film ödülünü The Kİng’s Speech’e kaptırmakla birlikte, “En iyi uyarlama senaryo”, “En iyi film müziği” ve “En iyi montaj” ödüllerini kazanmayı başardı.

--her büyük işin başı bir kadın değil midir :))

Social Network facebook’un doğuş hikayesi etrafında ilerlemekle birlikte, aslına bakarsanız bir facebook filminden çok daha fazlası.. bir yaratıcılık, girişim, ihanet gibi insana dair bir çok unsurun işlendiği bir fim..
Harward Üniversitesinde öğrenci olan Mark Zuckerberg, günlerden bir gün kız arakadaşıyla yaşadığı hoş olmayan bir tartışma ve ayrılığın üzerine blogunda onunla ilgili hoş olmayan şeyler yazar ve hızını alamayıp kampus içinde, okulun öğrencisi olan kızların güzelliklerinin yarıştırılmasına yönelik Facemash adında bir site kurar. Site kısacık zamanda bir sürü öğrenci tarafından tıklanmıştır.. Ancak bu etik olmayan site  yüzünden 6 ay süreyle okuldan uzaklaştırma alır.. Yine de böyle kısacık zamanda popüler olan bir siteyi bir gecede ve üstelik sarhoş haldeyken yaratmış olması, Mark’ın aynı okulun kürek takımındaki iki kardeşin dikkatini çekmesine neden olur.. Bir grup insanın “okul öğrencilerinin birbiriyle internet üzerinden randevulaşmasına yönelik” site yaratma fikri vardır ve programcı olarak Mark’ı tutmak istemektedir.. Anlaşma yapılır, ancak Mark bu konuda hiçbir çalışma yapmayacak ve en yakın arkadaşı Eduardo’nun maddi yardımı ve ortaklığıyla Facebook sitesini kuracaktır..

Olaylar gelişir..

-aktör, aslından daha yakışıklı.. ama aslı aktörden daha sempatik :))

Filimin açılış sahnesi Mark ve kız arkadaşının 7-8 dakikalık son derece hızlı ve takip edilmesi zor konuşmasıyla başlıyor.. Bu yorucu sahne muhtemel olarak insanın daha ilk dakikalardan yorulması ve filmin bu şekilde takibi zor sahnelerle geçeceğini düşünerek izlemekten vazgeçmesi sonucunu doğurabilir.. bu açıdan açılışı beğenmemekle birlikte, devamında bu şekilde sahneler tamamen yok olmasa da açılıştaki kadar rahatsız edici olmadığını belirtmekte fayda var..

-dost kazığı gibi acısı olmasa gerek.. mark da az değilmiş..

Bunun dışında final sahnesi de bana göre çok başarılı ve tatmin edici olmasa da, genel olarak bakıldığında senaryo ve oyunculuk gerçekten çok başarılı.. Hikayedeki odak konuya çok farklı açılardan yaklaşılması, birden fazla hikayenin tek senaryoda bu kadar güzel işlenebilmiş olması bence mutlaka izlenmesi gereken filmler arasına bu filmi de sokuyor..

Özetle, “facebook nasıl kurulmuş, kim kurmuş, ne olmuş o kadar kullanıyorum biraz da öğreneyim”  diyenler dışında güzel bir film izlemek isteyenler için de tavsiye edilebilir bir film..

Güzel akşamlar olsun..

THE cHASER 8/10

2008 Güney Kore yapımı The Chaser, Koreli bir seri katilden (Yoo Young-Chul ) esinlenerek çekilmiş son derece başarılı bir gerilim filmi... 

Eski dedektif,  yeni fahişe pazarlama müdürü (!)  Joong-ho’nun fahişelerinden iki tanesi kaybolmuştur.. Joong-ho, kızların başka biri tarafından pazarlandığı konusunda emindir.. Kızlarını pazarlayan adamların peşindedir.. Ancak elinde hiç ipucu yoktur.. Günlerden bir gün yine bir kız çağrısına evde hasta yatan bir kızını zorla gönderir.. Ardından bir şekilde arayan numaranın kayıp kızların son gittiği çağrı numarası olduğunu fark eder.. Kızını arayarak, eve gitmesini sonra adresi kendisine mesaj atmasını ister.. Mükemmel bir plan yaptığını düşünürken, aslında bu genç ve bir kızıyla tek başına hayatta kalmaya çalışan hasta kadını korkunç bir tuzağın içine gönderdiğinden haberi yoktur.. Joong-ho için olaylar hiç de planladığı gibi gitmeyecektir..

 -kovalamaca sahnesi çok gerçek, çok heyecanlı, çok iğne üstü !!!

** Bu paragraf filmle ilgili çokkk hafif de olsa bilgi veriyor.. istemeyen atlasın lütfen** Alışılmış seri cinayet filmlerinden farklı olarak (cinayetlerdeki ipuçlarından yola çıkılarak katile ulaşılması durumu) bu filmin ilk 15 dakikası içinde aslında katilimiz polis tarafından yakalanıyor.. Ancak bu yakalamanın filmimiz için değil bir son değil başlangıç olduğunu söylemek yerinde olur sanırım… Bu demek değil ki film bundan sonra geri dönüşlerle, ya da katilin ileri görüşlülüğü sonucu hazırladığı planlı olaylarla ilerliyor.. Aynı zaman sıralamasında, insanı çıldırtan, maalesef belki de gerçekten olabileceklere çok yakın geldiği için öfkelendiren bir olaylar dizisiyle devam ediyor..

-beklenen karşılaşma... ve sahnedeki fırtına öncesi müthiş sükunet..

Başlarda insana hiç de sempatik gelmeyen bilakis gayet itici ve kötü bir karakter olarak görülen Joong-ho, ilerleyen olaylarda bir şekilde sempati kazanıyor.. Yani kahramanımız aynı zamanda bir anti-kahraman da..Bu da çok sık yaşanılan bir durum değil.. Bildiğimiz üzere filmlerde “her zaman olmasa da” çoğunlukla bir karakter ya iyidir, ya da kötüdür.. Ama her kötü arada bir iyi, her iyi de arada bir kötü şeyler yapabilir öyle değil mi..

Filmi gayet beklentisiz bir şekilde izledim.. ve yine beklentisizliğin mükafatını filme bayılarak aldım.. The Chaser, karanlık, insanı bir yandan umutlandırırken bir yandan da anlamsız şekilde moralini bozan, rahatsız eden bir film..

-melaba abi.. gak guk..

Oyunculuğun da gayet başarılı olduğu film, gerilim severler için mutlaka ve mutlaka görülmesi gereken filmlerden birisi..

Özetle, filmi izleyin izleyin izleyin diyorum.. Sinir olun, heyecanlanın, “hayırrrr kaç oradan kaççç” diye bağırın diyorum.. öpüyorum efendim..

DOGViLLE 8/10

--buradan uzak olmayan, küçük, sessiz bir kasaba..

Lars Von Trier yapımı filmlerle ilgili olarak (hepsini izlememiş olmakla birlikte gördüğüm kadarıyla) ortak kanım hiçbir filminin beni tam anlamıyla memnun (ya da tatmin) etmemesi.. Bu düşünce (ve tabi ki düşük beklentiyle) izledim Dogville’i de..  Ve tüm beklentilerimi alt üst eden bir filmle karşılaştım.. 2003 yapımı film, kendine has stiliyle kesinlikle görülmeye değer.. 

Dram türündeki filmin konusu kısaca şu şekilde.. Mafyavari tiplerden kaçtığı anlaşılan Grace, Dogville isimli küçük bir kasabaya sığınır.. Ancak kasabada kalabilmesi için için öncelikle tüm kasaba halkının onayını alması, kendisini herkese kabul ettirmesi gerekmektedir.. Yapılan anlaşmaya göre kasaba halkı, bu kadını günlük fiziksel işlerine yardım etmesi koşuluyla kaçtığı şeyden koruyacaktır.. Başlarda mantıklı bir anlaşma gibi görünen bu sistemden herkes memnundur.. Ancak zaman içinde kadına verilen işler ağırlaşmaya, olay bir tür köle sistemine dönüşmeye başlar..

Olaylar gelişir...

Dogville’in en önemli özelliğine gelecek olursak.. Lars Von Trier bütün filmi,siyah bir sahne üzerinde çekmeye karar vermiş efendim.. Yani neymiş, hiçbir bina (ev, dükkan vs.) ortada yokmuş.. sadece sahne üzerinde sınırları (beyaz tebeşirvari bir şeyle) çizili alanlar varmış..  Adeta bir tiyatro oyunu izliyormuşuzcasına, karşımızdaki küçük sahne hiç değişmiyormuş..  Yer yer sıkıcı gelse bile bence görülmesi gereken değişik bir çalışma olmuş..

-tüm film seti buradan ibaret..

Bu Trier-orijinalliği dışında, filmin konusu, işleyişi dikkat çekici.. Ama hepsinden daha önemlisi, çarpıcı finali.. ki ne zamanki bir film beni finaliyle çarpar, ayıltır, kendime getirtir, ürkütür, işte o zaman o film ne güzel film olur.. Final, final, final diyorum..

Bunlara eklenebilecek bir şey de şudur ki, Nicole Kidman filmde yine performansıyla harikalar yaratıyor..

Özetle, farklı ve görülmesi gereken filmlerden birisi diyorum sevgili izleyiciler..

İyi akşamlar..

MARTYRs 8(?*%+#!!!)/10

 2008 Fransız Kanada ortak yapımı bu bir garip, tanımlaması zor, huzursuz, gergin, mutsuz, insanın rahatını bozan, kısacası türünün hakkını rahatlıkla veren bir korku gerilim filmi Martyrs..

Lucie, küçük yaşta kaçırılarak işkenceye maruz bırakılmış, ancak bir şekilde kaçmayı başarmış ve yetimhanede -sürekli olarak kaçırıldığı ortama ilişkin sanrılar görerek- büyümüş bir genç kızdır.. Olaydan 15 yıl sonra bir gün gazetede gördüğü bir aile fotoğrafındaki anne ve babanın kendisine işkence eden insanlar olduğuna karar verir.. Artık Lucie’nin yıllar önce yaşadıklarının intikamını alma vakti gelmiştir.. Yetimhanede beraber büyüdüğü en yakın arkadaşı Anna’yla birlikte bu insanlardan intikam almak üzere yola çıkar..

Olaylar gelişir..

Gerçek şu ki, Avrupalılar korku gerilim filminin nasıl yapılacağını ve adrenalini her daim nasıl yüksek seviyede tutulacağını iyi biliyor.. Martyrs de bu konuda en başarılı filmlerinden birisi..

-annem hep "aman kızım sakın psikopatlarla arkadaşlık etme" diye boşuna uyarmıyor..

Şöyle ki, filmin ilk dakikalarında inanılmaz “adrenalin” görüntüler ve şok eden çıldırmış sahneler insanın tüylerini diken diken etmeye yetiyor.. ve devamında neler olacağını merakla ve anlam veremez bir halde beklerken bir anda olayın bambaşka boyutları ortaya çıktığında artık o noktadan sonrası ağzınız açık şekilde devam edebilir bilginize..

Martyrs, standart işkence veya zevk için öldürme konulu filmlerin çok dışında, bir amacı var ve bu amaç bence çok inandırıcı araçlar kullanıyor.. hikaye insanı etkiliyor.. sinirleri bozuyor.. ağlamak istetiyor.. yer yer işkence sahneleri çoğu insanın kaldırabileceğinden ağır bu da bilginiz dahilinde olmalı..  ama amaca hizmet açısından bakıldığında bence kesinlikle yerinde ve abartılı değil (örneğin Irreversible filmindeki aşırı şiddet sahnelerindeki o lüzumsuz hissini kesinlikle vermiyor).

 -kanlı sahneler çok fazla değil :P

Bu sert sahnelere hazırlıklı bir şekilde izlenirse (ve tabi bünye de elverişliyse) görülmüş görülecek en ilginç ve gerilim filmlerden birisi olduğunu kesinlikle söylemeliyim.. Öte yandan bünyesi almayan bir grup tarafından muhtemelen ilk yarım saatten sonrasından fazlasının izlenemeyeceği (bu kesim için ruh sağlığı açısından çok da zorlanmaması gerektiği) düşüncesindeyim..

Özetle, korku gerilim severler için kesinlikle izlenmesi gereken bir film diyorum..

Öperim efenim.. 

THE DOoR 7(+++)/10

 Tüm hayatınızı mahveden ve telafisi olmayan büyük bir hata yaparsanız.. ve devamındaki yıllarınızı bu hatanın verdiği vicdan azabı ve mutsuzluk içinde kıvranarak geçirirseniz.. ve bir gün size, geri dönüp, hatanızı telafi etmek ve kendinize yepyeni bir yol çizmek için ikinci bir şansı verilirse.. ve her şeyin olduğu gibi size hayatınızı geri veren bu fırsatın da bedelleri varsa.. eskimiş vicdanınızda, bu bedelin ne kadarını ödeyecek kadar yer kalmış olabilir..

Kapı, Almanyada yaşayan Türk yazar Akif Pirinççi'nin romanından uyarlanan 2009 Alman yapımı bir film.. Eşine ve kızına olan ilgisini ve sevgisini kaybetmiş bir ressam olan David, eşinin dışarıda olduğu bir gün kızını evde kısa bir süre yalnız bırakarak sevgilisinin yanına gider.. geri döndüğünde kızının cesediyle karşılaşır.. bir kaza olmuştur ve o anda David evde olmadığından kızının ölmesine engel olamamıştır..


Eşi tarafından terk edilen ve ardından 5 yılını vicdan azabı içinde geçiren David'in, hayatına son vermek istediği bir kış gecesinde ağaçların arasında karşısına bir kapı çıkar.. Kapıdan geçtiği anda kendisini kızının öldüğü anın biraz öncesinde bulur..

Şimdi eline geçen bu fırsatı kızının hayatını kurtarmak ve tüm acılarına son vermek için kullanacaktır.. Tabi ki bu kapıdan geçmenin bedelleri umduğundan ağır olacaktır..

Oyunculuk başarılı, senaryo başarılı, hikaye önce bildik gibi gelse de olayların gelişimi beklenilenden farklı.. izleyiciyi şaşırtması filmin başarısını pekiştiriyor..


Sanırım beklentisiz, hiçbir fikrim olmadan izlemiş olmam sebebiyle de olacak ki film beni oldukça etkiledi, heyecanlandırdı ve eğlendirdi.. kesinlikle sıkıcı da gelmedi ki son dönemde sık sık sıkılan bir insan olarak bu bence çok önemli bir durum..

Özetle, güzel film diyorum.. tavsiye ediyorum..

Sevgilerimle efendim..

HaNNA 6(-)/10

2011 yapımı Hanna’nın konusu özetle şu şekilde.. CIA iki karakterin (eski bir casus olan baba ve onun katil olarak yetiştirdiği kızı Hanna) izini sürmektedir.. Baba, kızını daha bebekken Finlandiyada insanoğlunun pek uğramayacağı ormanlık bir bölgeye kaçırmış ve medeni hayatın tüm nimetlerinden uzak şekilde, nasıl öldürüleceğine ve nasıl hayatta kalınacağına dair sıkı bir eğitim altında büyütmüştür.. Ve artık Hanna’nın medeni hayata dönüp, CIA’daki düşmanıyla karşılaşma zamanı gelmiştir..

Olaylar gelişir..

Hanna rolünde, daha önce Atonement ve The Lovely Bones filmlerinde izleyip hayran kaldığım ergen oyuncu Saoirse Ronan yine harikalar yaratmış, soğukkanlı bir katil ve bir yandan da genç bir kızı filme süper bir performansla aktarmış.. belki de filmin “izlenebilitesinde” en önemli etken soğukkanlı yüz ifadesi ve izleyiciye verdiği his.. dolayısıyla kendisine olan güvenimin ve beğenimin bir kat daha arttığını söyleyebilirim..

-acımasız katil hanna..

Daha önce de muhtelif filmlerle beğeniyle izlediğim ama yine de aşırı yetenekli olduğunu düşünmediğim Eric Bana baba, her daim hayranlıkla takip ettiğim Cate Blanchett ise babanın can düşmanı CIA görevlisi Marissa rolünde.. Her ikisinin performansı da başarılı, etkileyici.. Yine de bu iki karakterin hikaye içindeki rollerinin çok da belirgin olmadığını, bu iki insanı çok iyi tanıyamadığımızı ve hikaye içinde kaderlerinin çok da önemli olmadığını söyleyebilirim..

Aslında genel konsept olarak bakıldığında kesinlikle ilgi çekici ve daha sağlam bir senaryoyla çok çok başarılı olacak bir film iken (zira katil olarak büyütülen 16 yaşında bir kızın koskoca CIA ordusuna karşı durması pek çok filmde rastlanılan bir hikaye değil, dolayısıyla konusuyla ayırt edilebilecek bir film) baştan sona bana göre basit ve yer yer gereksiz uzamış kovalamaca sahneleriyle dolu olması, finalinin filmin o sizi heyecanlandıran gidişatına göre çok basit kalması ve birkaç soru işaretinin maalesef cevapsız kalması (ya da benim o cevabı çıkaramamış olmam) filmin aslında çok daha vurucu olabilecekken daha “vasatın üstü” film listemde kalmasına sebep oluyor..

Saoirse_Ronan_Hanna_movie_image-koş hanna koş..

Yine de filmde bir iki çok başarılı çekilmiş sahne de yok değil.. açılış ve kapanış sahneleri ile ortada Hanna’yla düşmanı Marissa’yla (!!detaya giremiyorum) ilk karşılaştığı sahne kesinlikle çok iyi..

Özetle, hikaye ve oyunculuk çok çok iyi.. ancak cevapsız sorular, gereksiz uzayan kaç-kovala sahneleri ve tuhaf finalle kalbimizi ıskalıyor... Yine de son dönem izlenebilecek güzel filmlerden birisi..

Öperim.. 

CAMiLLE 6(+)/10

Bir garip, biraz romantik, biraz komik, biraz trajik, biraz maceracı, biraz gerçek üstü, biraz zombili ! bir film Camille..

Şartlı tahliye edilen bir hırsız Silias’la, ona küçüklüğünden beri aşık olan biraz saf Camille’in, evlenip Niagara Şelalesi’ne doğru balayına çıkmalarıyla başlar.. Silias, aslında Camille’e aşık değildir.. Camille sürekli konuşan, gülen, her daim neşeli ve geveze bir genç kızdır ve Silias’ın kafası  iyice şişmiştir ve katlanmakta zorlanmaktadır.. Ancak Camille, Silias’ın bu durumuna karşı aşkından tamamen körleşmiştir.. Silias’ın herşeye rağmen yaptığı bu evliliğin arkasında başka sebepler yatmaktadır.. Balayı yolunda yaşanan sürpriz bir gelişme, normal şartlar altında her şeyin bitmesi gereken noktada ikilinin balayı yapmasına engel olamayacaktır..

-Şelale yolunda.. Kızımız evlendiği için çok mutlu.. Sürpriz gelişmeye az kala..

Olaylar gelişir..

James Franco ve Sienna Miller’ın başrolleri paylaştığı film bir tuhaf duygu bıraktı bende.. Sıradışı bir senaryo çerçevesinde dramatik bir film izlerken olaylar birden doğaüstü durumların devreye girmesiyle daha duygusal bir hal alıyor.. Hiçbir fikrim olmadan izlemiş olmam sebebiyle de sanırım, film beni şaşırttı ve kendini izlettirdi..  
Franco’nun performansını her zaman beğenmişimdir.. Özellikle son dönemde Oscar’a aday filmlerden olan 127 Saat filminde gerçekten harika bir oyun çıkarmış.. Miller ise bence olağanüstü bir güzellik.. Oyunculuğundan önce güzelliği ile kendine hayran olduğum kadın..  İkilinin film içindeki uyumu başarılı..

-biraz da romantizm..

Bununla birlikte, absürd gelişen bir takım olaylar filmin inandırıcılığını ve romantizmi elbette baltalıyor.. Ama yine de bu durum bence finalde duygulanmanıza engel olamıyor.. Bir yandan da bakıldığında, filmin insanın ilgisini çekmesinin de en büyük nedeni aslında hikayenin umulandan farklı bir şekilde gelişmesi diye düşünüyorum.. Onun dışında ortalama bir film olduğu söylenebilir..

Tüm vasatlığına rağmen güzel bir final..

Bence böyle..




LETTERs TO JULIET 4(+)/10

Ya gerçek aşkı bulmak için ikinci bir şansınız olursa..
Bu gerçek aşk muhabbeti de, Amerikan filmlerinin yegane konusu olup, ne onlar filmi çekmekten ne de izleyici izlemekten bıkmıyor, vazgeçmiyor..

Letters to Juliet, nişanlısı ile ön balayı için İtalya’ya gelen Sophie’nin, burada nişanlısının işkolikliği sebebiyle yalnız geçirdiği süre içinde “Güzin Abla” tarzı, Juliet isimli bir kadına bırakılan mektuplara cevap vermeye çalışan bir gruba takılmasını konu alıyor.. Derken olmaz olan olur ve yıllardır orada çalışanların bulamadığı, taa 1957 yılından kalma bir mektubu bulan Sophie, mektubun yazarına bir cevap mektubu yazar.. Bunun üzerine mektubun sahibi: yıllar öncesinin genç kızı, bugünün yaşlı teyzesi Claire, mektuba konu olan ilk aşkını bulmak için yollara düşecek, bu yolculukta kendisine torunu Charlie ile Sophie eşlik edecektir.. Letters to Juliet bu yolculuğun hikayesini anlatıyor..

-aa burada yıllardır taşın arkasında kalmış ve kimsenin bulamadığı mektubu anında ben buldum.. ne şanslıyım..

Peki anlatıyor da iyi mi yapıyor.. maalesef hayır.. zira aslında konu olarak fena olmamakla birlikte, diyaloglar, oyunculuk, tesadüfler filmin inandırıcılığını yok etmiş.. ama konu daha güzel işlenebilseymiş, bazı tesadüflere yer verilmeseymiş, bazı diyaloglar yumuşatılabilseymiş, güzel bir romantik komedi ortaya çıkabilirmiş..
Filmin zevk veren tek tarafı var ki, İtalya kırsalının mükemmel görselinde bizi gezdirdiği için gözlerimiz bayram ediyor.. Öyle güzel görüntüler, öyle bir doğa, üzüm bağları, evler..  Filmin başarısız senaryosunda, izleyiciyi memnun eden tek unsur olmakla birlikte maalesef tek başına filmden memnun kalmak için yetersiz kalıyor tabi ki..

-romeo juliet hikayesine atıf yapma amaçlı çok zorlama bir final sahnesi..

Oyunculuk inandırıcı değil.. ama bunun sebebi sadece oyuncu değil, diyaloglar.. örneğin sophie ile Charlie arasındaki gerilim, birbirlerine gıcık olmalarının temeli çok eksik.. tamam charlie’nin kızgınlığını biliyoruz ama bu abuk sabuk ortamlarda kıza son derece kaba sözler sarfetmesine yeter bir sebep değil kesinlikle.. dolayısıyla büyük aşklar nefretlerden doğar sözüne vurgu yapmak isterken bence çok komik, altyapısız bir aşk çıkmış ortaya.. sürekli bir atışma, bir laf sokma ama insanı rahatsız edecek derecede yapmacık..

Oyuncular arasında çok beğendiğim Gael Garcia Bernal de sayılıyor ama kendisi Sophie’nin nişanlısı rolünde, filmde toplamda 15 dakikadan fazla görünmüyor..

Bu arada yönetmen Gary Winick’in bu sene içinde 50 nci yaş gününü kutlayamadan öldüğünü de belirtelim..

Özetle, bir iki espri var ki çok güldüm ama onun dışında dandik, boş bir film.. Zaman kaybı diyorum efendim.. Sevgiler.. 

CACHe/HIDDEn 4(-)/10

Michael Haneke’nin yazıp yönettiği Hidden, malesef Funny Games’in başarısının yanına bile yaklaşamamış bir Fransız filmi olarak çıkıyor karşımıza..

Hidden, hayatlarıyla ilgili muhtelif şekillerde çekilmiş video görüntülerinin bulunduğu gizemli kasetler ve kasetlerin sarıldığı kan kusan çocuk veya kanlı hayvan resmi çizilmiş kağıtlar sebebiyle gerilim yaşayan bir ailenin hikayesini anlatıyor.. Ancak aslında ortada izleyiciyi germeye sebep olacak bir tek beklenmedik sahne dışında çok bir aksiyon yok.. hatta uzuuun süren ve hiçbir kıpırtı dahil olmayan sahnelerin çok fazla olduğunu söyleyebilirim.. belki de izleyiciyi böyle ekrana boş boş baktıra baktıra, bir kıpırtı olacak mı diye mallaştıra mallaştıra germek istemiştir sevgili Haneke.. zira, bu konuda çok başarılı olduğu inkar edilemez..

-çok gerginim ben şu anda georges.. sen nasılsın ?

Gizemli kasetlerdeki görüntüler, ailenin hayatına belli bir mesafeden “basitçe” sadece bakıştan ibaret.. Peki tüm bu kasetlerin altında yatan sebep ne ? Bununla ilgili bir tahminleri var.. Ve onun üzerine gidiliyor.. Filmin sonuna doğru her ne kadar az çok bu kasetlerin nereden geldiğine yönelik bir bilgiyle sahip olsanız da, kafanızdaki tüm sorular cevaplanmıyor.. Açıkçası olayların çözüm anlamında izleyiciyi biraz havada bırakıyor.. Anlaşılıyor ki burada yönetmenin amacı, kasetlerinin gizemini çözmekten ziyade, bu kasetlerin ailede yarattığı paranoya ve güvensizliği göstermek.. diğer bir deyişle gayet düzgün ve rahat yaşayan bir ailenin, birkaç basit kaset sayesinde gözlendikleri gerçeğiyle karşı karşıya kaldıklarında tüm huzurlarının bir anda nasıl yok olabileceğini anlatmak..

-ben de pek gerginim.. hadi o zaman konuşmayalım.. hareket de etmeyelim.. öyle oturalım.. 

Evin babası rolünde Daniel Auteuil, anne rolünde Juliette Binoche var.. Her iki oyuncu da çok başarılı performanslar sergiliyor.. Ancak oyuncuya verilen roller, söylemeleri gereken sözler belli iken elbette ki anne de baba da bunun dışına çıkamıyorlar ve filmin sıkıcılığını değiştirmek için ellerinden bir şey gelmiyor.. iyi oyunculuk da bir yere kadar film götürebiliyor kısacası..

-filmde uzunca bir süre bu görüntüye böööyle maruz kalıyorsunuz..

Özetle, uzun, hareketsiz ve ağır sahneler… çözüldüğünü anlasanız da dile dökülmeyen ve size tam o tatmin hissini vermeyen bir final.. manasız bir son sahne.. Haneke, neden böyle yaptın hocam ? Her ne kadar IMDB puanı 7.4 olsa bile, benim puanım ortada.. İzlenmesini tavsiye etmiyorum, zaman kaybı diye düşünüyorum.. Ha “ben zaten çok eğleniyorum, her anım bir aksiyon, her anım başka bir eğlence.. Şöyle biraz da ağır bir şeyler izleyeyim” derseniz o zaman belki.. Ağır, yavaş ama dinlendirmiyor.. Ona rağmen yoruyor…

Diyorum.. Gözlerden öpüyorum..


500 dAYS OF SUMMER 6(-)/10

Bu bir aşk hikayesi değil… Bu, aşk hakkında bir hikaye…

500 Days of Summer, gerçek aşkın varlığına inanmayan Summer adlı genç kadınla, ona aşık olan duygusal Tom’un ilişkisini anlatıyor.. Tom’un çok ilginç bir işi var.. Gerçekte mimar olmasına rağmen malum hayat sıkıntısı onu bir “tebrik kartı yazarı”na çevirmiş.. Tebrik kartlarının içine şiirsel, duygu yüklü mesajlar yazan bir genç.. Ve patronunun yeni asistanı Summer’la tanışıp, kısa sürede ona aşık oluyor.. Summer açık bir şekilde aşka inanmadığını, bir erkek arkadaş da istemediğini kendisine söylese de, Tom tahmin edilebileceği gibi konuya o kadar soğuk bakmıyor.. Ve ikili, zaman içinde çok fazla zaman geçirmeye ve iyice yakınlaşmaya başlıyor..

-ay ay romantikler sizi..

Olaylar gelişir..

500 Days of Summer, ilk tanışma anından itibaren bu iki karakterin ilişkisinin 500 gününü, bu süreç içinde farklı günler arasında zıplayarak anlatıyor izleyiciye.. Şöyle ki bir sahnede ilişkinin 125 inci gününü izlerken, takip eden sahnede 2 nci güne zıplayabiliyorsunuz.. Böyle biraz baştan, biraz sondan, azıcık ortadan sahneler başta takip açısından karışık gelse bile aslında takip edilecek çok da fazla bir durum olmadığını idrak ettiğinde bünye rahatlıyor :)

-bkz : aşk insana neylermiş..

Komedi-dram türünde olduğunu söyleyebileceğimiz filmde Tom rolünde Joseph Gordon-Levitt, Summer rolünde ise Zooey Deschanel oynuyor.. Levitt, 3rd Rock From The Sun dizisinden tanıdığımız bir kişilik olup, kendisine karşı aslında çok bir hissiyata sahip olmayıp da Inception filminde izledikten sonra bir şekilde en beğendiklerim listeme aldığım bir oyuncudur.. Tipini ilginç buluyorum sanırım, tam ben de çözemedim neden o filmle öyle oldu.. neticede şu anda kendisine pek beğeniyorum..

Deschanel ise açık mavi gözleriyle asil bir güzellik.. iyi de bir oyuncu..

Özetle efendim, ara sıra değişik, yer yer eğlenceli, zaman zaman karışık, kimi kimi sempatik bir film.. bazı izleyiciler için çokkkk başarılı bulunmakla birlikte film için nihai olarak benim aklımda kalan: zaman geçirmek için izlenebilir.. kesinlikle kötü değil.. ama öyle ahım şahım da değil.. tavsiye edilebilir..

İyi akşamlar dilerim..

 


FUNNY gAMES 7(+)/10

Bu defa bir filmin aslını değil Amerikan versiyonunu izlemiş olarak karşınızdayım.. 1997 Avustralya orijinal yapımı olan filmden 11 yıl sonra 2008 yılında çekilen versiyon üzerinden değerlendirme yapmakla birlikte, en azından orijinali de Amerikalı kopyası da aynı senarist ve yönetmenden çıktığı için her iki filmle ilgili görüşlerimizin çok farklı olmayacağını düşünüyorum..

Funny games, aslında hiç de funny olmayan, bilakis sinirlerinizi gerdikçe geren, içinizdeki tüm fun’ı ve hatta tüm yaşama sevincini bir anda alıp götüren, iğne üstünde hoplatan, acıması olmayan bir film.. bu bakımdan, amacına ulaştığını ve çok başarılı bir film olduğunu da gönül rahatlığıyla söyleyebilirim..

-funny games: kadın soymaca

Efendim filmimiz, anne, baba, bir küçük oğlancık ve bir de köpecikten oluşan mutlu ve zengin Farber ailesinin göl kıyısındaki evlerine tatil amaçlı gelmeleriyle başlar.. Komşularının yanında gördükleri iki genç delikanlının, mutlu ailemizden birkaç yumurta istemek için kapılarını çalmasıyla devam eder.. Başlarda ürkütücü derecede kibar ve efendi görünen bu iki gencin aslında ne kadar psikopat oldukları, yine filmin ilerleyen sahnelerindeki muhtelif işkence görüntüleriyle ve kalan son sevinç kırıntınızı da alıp götürecek vurucu finaliyle gayet rahatsız edici ve bir o kadar başarılı şekilde ortaya çıkacaktır..

Olaylar gelişir..

oyun 2: çocuk boğmaca..

Filmdeki iki psikopat genç rolündeki oyuncular, Boyd Gainesve Brady Corbetetkileyici oyunlar sergilemiş.. görüntülerinden bakışlarına kadar ürpertmek konusunda çok iyiler.. aileye işkence ederken bile bir yandan kibarlığı elden bırakmamaları insanı iyice ürkütüyor..

Bana göre filmin en ürkütücü tarafı ise gerçekliği.. malesef filmde “olağandışı” unsurlar yok..  örneğin bir hayalettir, ne bileyim efendim bir zombidir filan gibi bir şeyler olsaydı “aman canıım film bunlar gerçek değil” der geçebilirdim.. ama psikopat insan (amerikadaki kadar olmasa da) bizde de yok değil.. iki delinin eve girip canınızı yakması da malesef mümkün.. gerçek gerilimler gibisi yok her zaman söylerim..

Funny Games-oyun 3: adam dövmece..

Gerilim anlamında çok başarılı bulduğum filmde beğenmediğim bir iki durum da yok değil tabi ki.. Mesela yer yer psikopat gençlerimizin kameraya dönüp izleyiciyle konuşması gerçekçiliği tabi ki zedeledi.. bir sahnenin bir anda geri sarıp değişmesini (aslında izleyiciyi hafiften bir sevindirip sonrasında tüm hayallerini öldürmek amaçlı olsa da) gerçekçiliği öldürüp dikkati dağıttığından beğenmedim..

Özetle, gerilmek isteyenlere kesin garantili gerilmezseniz paranız iade..

Sevgiler

DEATH nOTE 8/10


Gökten bir defter düşer… Ve zeki bir lise öğrencisi olan Yagami Light, bu defteri bulur.. Bir ölüm tanrısına (Ryuk) ait olan bu defterin özelliği, içine adı yazılan insanların yine yazıldığı şekilde ölmesidir.. Light, sahip olduğu  bu yepyeni gücü dünyayı tüm kötülüklerden temizlemek adına “suç işlemiş” insanların isimlerini deftere yazarak birer birer öldürme yolunda kullanmaya başlar.. Suçluların birer birer ölümü, zaman içinde insanların dikkatini çeker.. Ortada gizemli bir durum ve bir katil vardır.. Light’ın bu defterle kendine yeni ve mükemmel dünya kurma planında ortaya bu gizemli katili yakalamayı hedefleyen genç ve çok zeki bir dedektif olan “L” çıkar.. Böylece katille dedektifin arasındaki müthiş kovalamaca başlamış olur..

-death note, Kira ve L'in, bir nevi iyiyle kötünün ölümcül savaşı..

Olaylar gelişir..

Defterin kendine has ve çok detaylı kuralları var.. Animasyonun her bölümünde bu kuralları öğreniyoruz sırasıyla.. Örneğin, kişinin ölebilmesi için deftere kişinin gerçek adının yazılması gerekiyor.. 124 yaşın üstündeki birisine defter etki etmiyor.. sadece deftere sahip olan insan, defterin gerçekte ait olduğu ölüm tanrısını görebiliyor ve sahipliği kaybettiği anda tanrıyı da görme olayı sona eriyor..  eğer deftere ismi yazılan kişiyle birlikte bir ölüm şekli yazılmazsa o kişi kalp krizi sonucu ölüyor..  gibi muhtelif enteresan kurallar kurallar..

Animasyon, grafikler, müzikle birlikte sanatsal olarak filmin 10 numara olduğunu söyleyebiliriz.. Çok detaylı çizimler ve bazı aksiyon sahneleri bu çizimlerle mükemmel olmuş..

-Ryuk, ölüm tanrılarından sadece birisi..

Kira (katilin Japoncası—yagami light’a halk tarafından takılan isim) ve L, bir anime filmde gördüğüm en ilgi çekici ve en zeki tipler..  sırf bu iki karakterle bütün dizi rahatlıkla izlenir..

Genel olarak bakıldığında, filmin başlangıcı çok ilgi çekici ve heyecanlı.. sonu da bu başlangıca uygun bir tempoda tamamlanmış.. finali beğendim kısacası.. gelgelelim arada bir yerlerde; orta bölümlerin devamında bir noktada bölümler sıkıcı bir hal alıyor.. bir yerleri atlamak istediğim anlar oldu.. ve fakat atlamadım.. çünkü sadece konu değil görsel anlatım da ilgi çekici olduğu için, sırf bu sanatın ve verilen emeğin hatırına her bölümünü saniye atlamadan izledim.. evet yaptım bunu..

Bu arada bu anime dizinin de bir sinema filmi yapıldı elbet.. yapıldı da iyi mi oldu.. hayır bence hiç iyi olmadı..  tabi ki orijinalinin yanına bile yaklaşamamış, bir “avatar-son hava bükücü” fiyaskosu daha..

-tabi içinde bir genç kız olmasa da olmaz.. karşınızda amane misa..

Sonuç olarak, çok başarılı bir anime dizi.. her bölümün sonunda heyecanla diğer bölümü koyup izlemek istiyorsunuz.. vakit geçirmek için birebir.. ama herkesin sevebileceği bir dizi de değil.. özellikle sıra dışı konular ve anime severlere kesinlikle tavsiye edilir efendim.. kaçırmayın..

Sevgiler..

28 Ağustos 2011 Pazar

NEVER LET ME gO 6(--)/10


Kathy, Ruth ve Tommy İngilterede Hailsham isimli sıra dışı yatılı bir okulda eğitim gören 3 arkadaştır.. Okulda, çocuklar büyük bir disiplin altında eğitilmekte, yedikleri yemeklerden, aldıkları vitaminlere, yaptıkları sporlara kadar sağlıklı şekilde büyümelerine büyük önem verilmektedir.. Zaman içinde anlaşılır ki, bu okulun öğrencileri sıradan çocuklardan oluşmamaktadır. Öğrenciler, klonlama yoluyla üretilmiştir ve büyüdüklerinde normal insanlar için organ sağlamak üzere yetiştirilmektedirler.. Hailsham gibi özel bir takım okullarda büyütülmekte, okuldan sonra olgunluk dönemine gelinceye kadar “Cottages” denilen evlere yerleştirilerek dış dünyayla ilk bağlarını kurmaları sağlanmaktadır.. Bu sürecin sonunda zamanları geldikçe, birer birer organları alınmaktadır ve kendilerine çizilen bu kaderle mücadele etmek için yapabilecekleri hiçbir şey yoktur..

Neyse efendim, işte bu üç arkadaştan Kathy içine kapanık, daha çok gözlemci bir kişiliğe sahiptir ve çok çekingen olan Tommy’den hoşlanmaktadır.. Ancak Kathy’nin aksine gayet dışa dönük ve neşeli bir kız olan Ruth, Tommy’yle sevgili olur.. Çocuklukta başlayan bu beraberlik, Kathy’nin de arkadaşlığı eşliğinde “Cottages” dönemine dek sürer.. Bu evde hayat daha farklı olacaktır ve bu üçlü ilişkinin temelleri sorgulanmaya başlanacaktır..


-bu fotoğraf tam filmin havasını özetliyor.. ağır.. dramatik.. tuzsuz..

Olaylar gelişir..

Konsept itibarıyla “The Island” filmini hatırlatan bir konuya sahip.. Zira Island filminde de klonlama yoluyla üretilen ve sağlıklarına son derece dikkat edilen insanların, her kimin klonu ise zamanı geldiğinde onun sağlığı için organlarının alınması söz konusuydu.. Yalnız o filmde, klonların bu durumdan haberi yoktu.. Never Let Me Go’da ise aksine klonlar kaderlerinin bilincinde ve bunu kabullenmiş durumdalar.. Bir de herkes zengin veya ünlü bir kişinin klonu değil.. Sıradan insanların klonları zira organları da sadece klonlandıkları kişiye ait gibi bir şart yok.. Herkes klonların organlarından faydalanabiliyor..

Bilim kurgu türünde olduğu da söylenen filmde bildiğimiz bilim kurgu öğeleri yok tabi ki.. tabanda klonlama gibi durumlar söz konusu olsa da aslında konu 3 kişinin arasındaki ilişki ve kendilerine çizilen yolda yaşamalarına izin verilen kısa hayatlarıyla mücadeleleri.. anlaşıldığı üzere film dram ve duygusal ağırlıklı.. Konu ağır.. Biraz yavaş ilerliyor.. Zaman zaman sıkıcı hal aldığını belirtmeliyim..

Öte yandan 3 genç oyuncunun performansı çok başarılı.. Oyunculuk anlamında söyleyecek sözüm yok..
Ama nasıl anlatsam.. filmin sonunda sanki aslında güzel bir yemek olacakmış ama tuzu eksik kalmış gibi bir his verdi.. Evet sanırım öyle oldu.. Tuzsuz sarımsaklı napoliten makarna gibi oldu..

İzleyen bazı arkadaşlarımdan çok beğenildiği yorumlarını da aldım.. Bu da aklınızın bir yanında olsun..

İyi akşamlar efendim

THE bOX 6/10

Bir gün kapınız çalar ve karşınızda adamın biri elindeki bir valiz dolusu parayı size vererek, bu paraya sahip olmak için tek yapmanız gerekenin ufacık bir kutudaki düğmeye basmak olduğunu söylerse..

Nora (cameron diaz) bir öğretmendir. Eşi, Nasa’da çalışan bir bilim adamı olan Arthur(James marsden)  ve oğullarıyla birlikte mutlu ve sıradan bir hayat sürmektedir.. Derken bir sabah kapıda bir kutu bulur.. içinde bir düğme vardır.. ailecek bunun ne olduğuna bir anlam veremezler.. ertesi gün kapılarında hiç tanımadıkları, yüzünün bir kısmı deforme olmuş ürkütücü  bir adam, gizemli kutuyla ilgili açıklama yapmak istediğini söyler.. hikaye şudur: kutudaki düğmeye basmaları koşuluyla yanında getirdiği bir valiz dolusu paranın hepsi karşılıksız şekilde ailenin olacaktır.. tek bedel, düğmeye basıldığı takdirde dünyanın herhangi bir yerinde hiç tanımadıkları bir insanın ölecek olmasıdır..

-solu traşlarken elim kaydı..

Bu tuhaf koşul ve bir valiz dolusu çantayla baş başa kalan çiftin, çocuklarının geleceği ve ailenin mali durumunu düzeltmek ve bir insanın ölümüne engel olmak arasında karar vermek için sadece 24 saati vardır.. ve aslında bu aile, tanrının sevgili kulu değil, gizemli güçler tarafından yapılan bir deneyde kullanılan basit bir denekten fazlası değildir..

Olaylar gelişir..

 -paarayı bassak da mı saklasak, basmasak da mı kasmasak..

Aslında düşünüldüğünde, gerçekten insanın içine düşebileceği bir ikilem.. yani hangimiz bu konuda tereddüt yaşamaz ki.. ama tabi nihai sonucun ne şekilde gerçekleşeceği tartışılır.. bir yanda tüm geleceğinizi garanti altına alacak ve tüm hayatınız boyunca çalışmayla elde edemeyeceğiniz bir para.. ve bunun karşılığında sizden istenen sadece ve sadece bir tek şey var.. bir düğmeye bas ve hiç tanımadığın, seninle hiçbir şekilde bağlantısı olmayan bir insanın ölmesine izin ver.. 

Aslında insanoğlunun doğasını ve evrendeki yerini anlatmayı amaçlayan film bana göre ağır ilerliyor ve yer yer her ne kadar nereye bağlayacağını merak etseniz de bir taraftan çok sıkıcı bir hal alabiliyor.. ve benim gibi ne olursa olsun sonunu merak etmeye devam edebilirseniz o zaman filmi bitirmeniz çok da zor olmaz..  aslında dramatik içerikli filmde başrol oyuncularının (her ne kadar iyi oynasalar da) daha farklı kişiler olması bence filmin inanılırlığını artırabilirdi.. Diaz’ın her an bir espri olacak ve bir şeylere gülecekmiş hissini üzerimden atamadım nedense..

Özetle The Box, bir garip film.. anlatmak istediklerini anlıyorsunuz ama bazen “bu sahneler gerekli miydi” “burada ne oluyor” “hadi bakalım nereye bağlayacak” gibi muhtelif düşüncelere girmeden de duramıyorsunuz..   bu bağlamda izlemenizi tavsiye edip etmemek arasında kaldığımı itiraf etmeliyim.. bir başlayın bakalım nasıl gidecek ben de merak ettim..

Sevgilerimle efendim..

THE HITCHHIKER'S gUIDE TO THE gALAXY 7(+++)/10

İnsanoğlu her ne kadar kendisinin "dünya üzerindeki"  en zeki tür olduğunu iddia etse de, aslında bu hiç de doğru değildir.. insanoğlu dünya türleri içinde en zeki 3 üncü türdür.. Yunuslar bu sıralamada ikinci sırada gelmektedir.. Peki ya en zeki tür ??

İşte bu bilgiyle açılışı yapıyor a hitchhikers guide to the galaxy..  yunuslar sevdikleri insanlara dünyanın sonunun geldiğini çeşitli şekillerde taklalar atarak ve sesler çıkararak haber vermek istemiştir.. ancak insanlar yunusların öylesine sevinç içinde hoplayıp zıpladıklarını düşünmüştür.. ve dünyanın sonu gelmek üzeredir..
Arthur, sıkıcı bir tiptir.. bir partide tanıştığı ve çok etkilendiği bir kızın aynı partide kendisini havalı başka bir adam için bırakıp gittiğinden beri de pek toparlanamamıştır.. sabahlardan bir sabah, evinin bulunduğu bölgeden çevre yolu geçeceği için buldozerler yıkım için evin boşaltılmasını ister.. Arthur şoktadır.. o esnada arkadaşı Ford, Arthur’un yanına gelir ve dünyanın 15 dak. İçinde yok olacağını söyler.. tabi evinin yıkımıyla karşı karşıya olan Arthur için bu bilgi pek bir şey ifade etmemektedir.. ancak Ford aslında insan değil bir uzaylı bir otostopçudur ve söylediği şey gerçekleşir.. dünya, galaksi içinde inşaatı planlanan bir çevre yolunun tam üzerindedir o yüzden uzaylı yıkım ekipleri (vogonlar) gelmiştir.. dünya tam yok edilmek üzereyken, Ford, Arthuru da yanına alarak otostop çeker ve dünya yok olurken Arthur kendini arkadaşıyla birlikte bambaşka bir gezegende bulur..

 -merhaba uzaylı biz dostuz.. ama temkinliyiz..

Olayla gelişir..

Müthiş bir hayal gücü ile karşı karşıyayız.. “The hitchhiker’s guide” isimli kitaptan alıntı olan filmde bazı yerlerde “tam deli saçması ama çok eğlenceli” diye düşünürken bulabilirsiniz kendinizi.. bir takım espriler (dışarıdan gelen yabancı sesleri kendi diline çeviren, kulaktan sokulan balık—vogonların, esirlere “şiir okuyarak” işkence ettiği sahne – gelmiş geçmiş en önemli, en nihai cevap – empati silahı gibi) süper olmuş..

 -aslında bir öneri getirebilirdim çünkü bir gezegen kadar beynim var ama nasıl olsa dinlemezsin.. kimse dinlemiyor..

Bir de gerçek insan karakterinin prototipi olarak geliştirilmiş depresif robot Marvinin, yaşamdan bezmiş tiplemesiyle otostopçu ve arkadaşlarının macerası çok daha komik bir hal alıyor..  gezegen büyüklüğündeki beyniyle, kendisine verilen hiçbir görevin gerçek kapasitesinin binde birini bile kullanmasını gerektirmemesi sebebiyle iyiden iyiye morali bozulmuş olan marvinin tipi de süper..

-hayatta kalma ihtimalinizi hesapladım ama bilmek isteyeceğinizi sanmıyorum :PP

Ve tabi Sam Rockwell her zamanki gibi filmin en ağır toplarından ve en başarılı karakteri..  bencil ve kendini beğenmiş başkanı rolünde marvinden sonra en komik tipleme ve yine yine çok başarılı..

Özetle sevgili izleyiciler, bu film macera, komedi, eğlence dolu.. değişik bir yaklaşım.. farklı espriler.. deli saçması bir film.. ama çok eğlenceli.. kesinlikle tavsiye edilir..


LOVE AND OTHER dRUGS 6/10


“Diyelim ki paralel evrende aynı bizim gibi bir çift var.. Kadın sağlıklı ve adam da kusursuz..  Ama onların dünyası tatilde ne kadar para harcayacaklarından ibaret.. ya da eve temizlikçi alıp almamayı kafalarına takarlar.. Ben bu insanlar olmayı istemiyorum..  Ben bizi istiyorum.. Seni.. bu halinle.. “

Neden bu insanlar olmayı istemez ki insan.. ne güzel işte bir derdin tatilde ne kadar para harcayacağını düşünmek olsa.. daha ne ister ki insan.. diyorsanız, efendim Love and Other Drugs, bize bu sorunun cevabını (her Amerikan filmi gibi) aşkın büyüsünde aratıyor ama bulduruyor mu o izleyiciye göre değişir..


Jamie(Jake Gyllenhaal), yakışıklı, esprili bir kişiliktir.. aynı zamanda çapkınlığıyla meşhur ve duygusal içerikten de yoksun bir karakterdir.. Hiçbir kadın, Jamie’nin cazibesinden kurtulamamaktadır.. Derken Jamie, bir ilaç firmasına satış temsilcisi (tıbbi mümessil) olarak işe girer.. yeni bir şehre yerleşir ve burada doktorlarla haşır neşir olmaya başlar.. eğer satışları belli bir seviyeye çıkartabilirse büyüklerin oynadığı Şikago’ya gidebilecektir.. Bu koşturmaca içinde, hastanede günlerden bir gün 1. aşama  Parkinson hastalığından muzdarip genç ve güzel bir kadın olan Maggie’yle (Anne Hathaway) tanışır.. Onunla bir randevu ayarladığında düşündüğü sıradan ilişkilerinden fazlası değildir..  Maggie’nin de kendisinden istediği kesinlikle hiçbir duygusal bağ kurmadan sadece cinsel bir beraberlik  yaşamalarıdır.. Ve bu istek Jamie için zevkle gerçekleştirilecektir.. Ancak herşey Jamie’yle Maggie’nin umduğu gibi ilerlemeyecektir..

Olaylar gelişir..

Konu itibarıyla kısmen “No Strings Attached” filmine benzetilmesi mümkün olan filmdeki cinsel arkadaşlığın temelinde daha duygusal sebepler yatıyor..

Önceleri daha romantik komedi tadında başlayan filmin, ilerleyen dakikalarda daha çok hafif karamsar bir dram türüne kaydığı söylenebilir.. Dram yönüyle baktığınızda, kadının duygusal yıpranması ve adamın içine düştüğü ikilem etkileyici ve aslında düşündürücü..  hasta olan ve her geçen gün çok daha fazla olacak olan, ve hatta sizin yardımınız olmadan belki hareket bile edemeyecek bir insana aşık olsaydınız ne yapardınız ?
Ve tabi bir çok duygusal komedide olduğu gibi bana göre “olsa da olur olmasa da” noktasında, ama bir Cuma akşamı tek başına veya sevgiliyle film izleyelim dendiğinde çerezlik izlenebilecek bir film.. Biraz da uzadığını, bazı sahneleri ileri sardığımı da itiraf etmeliyim.. yok yok ben romantik komedi insanı değilim.. ama o da hayatın bir parçası olduğundan dışlamıyorum izliyorum :P

Bu arada Hathaway her zamanki gibi büyüleyici.. Kadına bayılıyorum.. Gözlerine, dudaklarına, tenine, saçlarına.. Hani yani o kadınsa ben neyim gerçekten bilemiyorum.. Diğer taraftan Gyllenhaal’in performansı başarılı..

Özetle, süper, hiper olmasa da size güzel zaman geçirtebilir.. o yüzden bir şans verilmesini hak ediyor..

Sevgiler..