Powered By Blogger

29 Ağustos 2011 Pazartesi

SOCIAL nETWORK 7(+++)/10

--Birkaç düşman edinmeden 500 milyon arkadaş kazanamazsınız..

Artık etrafta interneti olup da facebook kullanmayan kimse kalmamış durumda.. İnternetle birlikte bütün arkadaşlık ağı sanal aleme taşındı.. kim kiminle, kim ne yapmış, neredeymiş birbirimizle ilgili tüm bilgileri facebooktan takip ediyor, günde en az 3-5 kere bu sayfaya tıklıyoruz.. tabi bu arada sayfanın sahiplerini de zengin ediyoruz.  Ama hak edilen bir zenginlik bence bu..

2010 yapımı Social Network,  bugün 750 milyon kullanıcıya ulaşmış facebook’un doğuş hikayesini anlatıyor.. The Curious Case of Benjamin Button ve Fight Club gibi son derece başarılı filmlerden tanıdığımız David Fincher’ın yönetmenliğindeki film bilindiği gibi 2011 oscar ödüllerinde en iyi film dahil 8 dalda aday olup, en iyi film ödülünü The Kİng’s Speech’e kaptırmakla birlikte, “En iyi uyarlama senaryo”, “En iyi film müziği” ve “En iyi montaj” ödüllerini kazanmayı başardı.

--her büyük işin başı bir kadın değil midir :))

Social Network facebook’un doğuş hikayesi etrafında ilerlemekle birlikte, aslına bakarsanız bir facebook filminden çok daha fazlası.. bir yaratıcılık, girişim, ihanet gibi insana dair bir çok unsurun işlendiği bir fim..
Harward Üniversitesinde öğrenci olan Mark Zuckerberg, günlerden bir gün kız arakadaşıyla yaşadığı hoş olmayan bir tartışma ve ayrılığın üzerine blogunda onunla ilgili hoş olmayan şeyler yazar ve hızını alamayıp kampus içinde, okulun öğrencisi olan kızların güzelliklerinin yarıştırılmasına yönelik Facemash adında bir site kurar. Site kısacık zamanda bir sürü öğrenci tarafından tıklanmıştır.. Ancak bu etik olmayan site  yüzünden 6 ay süreyle okuldan uzaklaştırma alır.. Yine de böyle kısacık zamanda popüler olan bir siteyi bir gecede ve üstelik sarhoş haldeyken yaratmış olması, Mark’ın aynı okulun kürek takımındaki iki kardeşin dikkatini çekmesine neden olur.. Bir grup insanın “okul öğrencilerinin birbiriyle internet üzerinden randevulaşmasına yönelik” site yaratma fikri vardır ve programcı olarak Mark’ı tutmak istemektedir.. Anlaşma yapılır, ancak Mark bu konuda hiçbir çalışma yapmayacak ve en yakın arkadaşı Eduardo’nun maddi yardımı ve ortaklığıyla Facebook sitesini kuracaktır..

Olaylar gelişir..

-aktör, aslından daha yakışıklı.. ama aslı aktörden daha sempatik :))

Filimin açılış sahnesi Mark ve kız arkadaşının 7-8 dakikalık son derece hızlı ve takip edilmesi zor konuşmasıyla başlıyor.. Bu yorucu sahne muhtemel olarak insanın daha ilk dakikalardan yorulması ve filmin bu şekilde takibi zor sahnelerle geçeceğini düşünerek izlemekten vazgeçmesi sonucunu doğurabilir.. bu açıdan açılışı beğenmemekle birlikte, devamında bu şekilde sahneler tamamen yok olmasa da açılıştaki kadar rahatsız edici olmadığını belirtmekte fayda var..

-dost kazığı gibi acısı olmasa gerek.. mark da az değilmiş..

Bunun dışında final sahnesi de bana göre çok başarılı ve tatmin edici olmasa da, genel olarak bakıldığında senaryo ve oyunculuk gerçekten çok başarılı.. Hikayedeki odak konuya çok farklı açılardan yaklaşılması, birden fazla hikayenin tek senaryoda bu kadar güzel işlenebilmiş olması bence mutlaka izlenmesi gereken filmler arasına bu filmi de sokuyor..

Özetle, “facebook nasıl kurulmuş, kim kurmuş, ne olmuş o kadar kullanıyorum biraz da öğreneyim”  diyenler dışında güzel bir film izlemek isteyenler için de tavsiye edilebilir bir film..

Güzel akşamlar olsun..

THE cHASER 8/10

2008 Güney Kore yapımı The Chaser, Koreli bir seri katilden (Yoo Young-Chul ) esinlenerek çekilmiş son derece başarılı bir gerilim filmi... 

Eski dedektif,  yeni fahişe pazarlama müdürü (!)  Joong-ho’nun fahişelerinden iki tanesi kaybolmuştur.. Joong-ho, kızların başka biri tarafından pazarlandığı konusunda emindir.. Kızlarını pazarlayan adamların peşindedir.. Ancak elinde hiç ipucu yoktur.. Günlerden bir gün yine bir kız çağrısına evde hasta yatan bir kızını zorla gönderir.. Ardından bir şekilde arayan numaranın kayıp kızların son gittiği çağrı numarası olduğunu fark eder.. Kızını arayarak, eve gitmesini sonra adresi kendisine mesaj atmasını ister.. Mükemmel bir plan yaptığını düşünürken, aslında bu genç ve bir kızıyla tek başına hayatta kalmaya çalışan hasta kadını korkunç bir tuzağın içine gönderdiğinden haberi yoktur.. Joong-ho için olaylar hiç de planladığı gibi gitmeyecektir..

 -kovalamaca sahnesi çok gerçek, çok heyecanlı, çok iğne üstü !!!

** Bu paragraf filmle ilgili çokkk hafif de olsa bilgi veriyor.. istemeyen atlasın lütfen** Alışılmış seri cinayet filmlerinden farklı olarak (cinayetlerdeki ipuçlarından yola çıkılarak katile ulaşılması durumu) bu filmin ilk 15 dakikası içinde aslında katilimiz polis tarafından yakalanıyor.. Ancak bu yakalamanın filmimiz için değil bir son değil başlangıç olduğunu söylemek yerinde olur sanırım… Bu demek değil ki film bundan sonra geri dönüşlerle, ya da katilin ileri görüşlülüğü sonucu hazırladığı planlı olaylarla ilerliyor.. Aynı zaman sıralamasında, insanı çıldırtan, maalesef belki de gerçekten olabileceklere çok yakın geldiği için öfkelendiren bir olaylar dizisiyle devam ediyor..

-beklenen karşılaşma... ve sahnedeki fırtına öncesi müthiş sükunet..

Başlarda insana hiç de sempatik gelmeyen bilakis gayet itici ve kötü bir karakter olarak görülen Joong-ho, ilerleyen olaylarda bir şekilde sempati kazanıyor.. Yani kahramanımız aynı zamanda bir anti-kahraman da..Bu da çok sık yaşanılan bir durum değil.. Bildiğimiz üzere filmlerde “her zaman olmasa da” çoğunlukla bir karakter ya iyidir, ya da kötüdür.. Ama her kötü arada bir iyi, her iyi de arada bir kötü şeyler yapabilir öyle değil mi..

Filmi gayet beklentisiz bir şekilde izledim.. ve yine beklentisizliğin mükafatını filme bayılarak aldım.. The Chaser, karanlık, insanı bir yandan umutlandırırken bir yandan da anlamsız şekilde moralini bozan, rahatsız eden bir film..

-melaba abi.. gak guk..

Oyunculuğun da gayet başarılı olduğu film, gerilim severler için mutlaka ve mutlaka görülmesi gereken filmlerden birisi..

Özetle, filmi izleyin izleyin izleyin diyorum.. Sinir olun, heyecanlanın, “hayırrrr kaç oradan kaççç” diye bağırın diyorum.. öpüyorum efendim..

DOGViLLE 8/10

--buradan uzak olmayan, küçük, sessiz bir kasaba..

Lars Von Trier yapımı filmlerle ilgili olarak (hepsini izlememiş olmakla birlikte gördüğüm kadarıyla) ortak kanım hiçbir filminin beni tam anlamıyla memnun (ya da tatmin) etmemesi.. Bu düşünce (ve tabi ki düşük beklentiyle) izledim Dogville’i de..  Ve tüm beklentilerimi alt üst eden bir filmle karşılaştım.. 2003 yapımı film, kendine has stiliyle kesinlikle görülmeye değer.. 

Dram türündeki filmin konusu kısaca şu şekilde.. Mafyavari tiplerden kaçtığı anlaşılan Grace, Dogville isimli küçük bir kasabaya sığınır.. Ancak kasabada kalabilmesi için için öncelikle tüm kasaba halkının onayını alması, kendisini herkese kabul ettirmesi gerekmektedir.. Yapılan anlaşmaya göre kasaba halkı, bu kadını günlük fiziksel işlerine yardım etmesi koşuluyla kaçtığı şeyden koruyacaktır.. Başlarda mantıklı bir anlaşma gibi görünen bu sistemden herkes memnundur.. Ancak zaman içinde kadına verilen işler ağırlaşmaya, olay bir tür köle sistemine dönüşmeye başlar..

Olaylar gelişir...

Dogville’in en önemli özelliğine gelecek olursak.. Lars Von Trier bütün filmi,siyah bir sahne üzerinde çekmeye karar vermiş efendim.. Yani neymiş, hiçbir bina (ev, dükkan vs.) ortada yokmuş.. sadece sahne üzerinde sınırları (beyaz tebeşirvari bir şeyle) çizili alanlar varmış..  Adeta bir tiyatro oyunu izliyormuşuzcasına, karşımızdaki küçük sahne hiç değişmiyormuş..  Yer yer sıkıcı gelse bile bence görülmesi gereken değişik bir çalışma olmuş..

-tüm film seti buradan ibaret..

Bu Trier-orijinalliği dışında, filmin konusu, işleyişi dikkat çekici.. Ama hepsinden daha önemlisi, çarpıcı finali.. ki ne zamanki bir film beni finaliyle çarpar, ayıltır, kendime getirtir, ürkütür, işte o zaman o film ne güzel film olur.. Final, final, final diyorum..

Bunlara eklenebilecek bir şey de şudur ki, Nicole Kidman filmde yine performansıyla harikalar yaratıyor..

Özetle, farklı ve görülmesi gereken filmlerden birisi diyorum sevgili izleyiciler..

İyi akşamlar..

MARTYRs 8(?*%+#!!!)/10

 2008 Fransız Kanada ortak yapımı bu bir garip, tanımlaması zor, huzursuz, gergin, mutsuz, insanın rahatını bozan, kısacası türünün hakkını rahatlıkla veren bir korku gerilim filmi Martyrs..

Lucie, küçük yaşta kaçırılarak işkenceye maruz bırakılmış, ancak bir şekilde kaçmayı başarmış ve yetimhanede -sürekli olarak kaçırıldığı ortama ilişkin sanrılar görerek- büyümüş bir genç kızdır.. Olaydan 15 yıl sonra bir gün gazetede gördüğü bir aile fotoğrafındaki anne ve babanın kendisine işkence eden insanlar olduğuna karar verir.. Artık Lucie’nin yıllar önce yaşadıklarının intikamını alma vakti gelmiştir.. Yetimhanede beraber büyüdüğü en yakın arkadaşı Anna’yla birlikte bu insanlardan intikam almak üzere yola çıkar..

Olaylar gelişir..

Gerçek şu ki, Avrupalılar korku gerilim filminin nasıl yapılacağını ve adrenalini her daim nasıl yüksek seviyede tutulacağını iyi biliyor.. Martyrs de bu konuda en başarılı filmlerinden birisi..

-annem hep "aman kızım sakın psikopatlarla arkadaşlık etme" diye boşuna uyarmıyor..

Şöyle ki, filmin ilk dakikalarında inanılmaz “adrenalin” görüntüler ve şok eden çıldırmış sahneler insanın tüylerini diken diken etmeye yetiyor.. ve devamında neler olacağını merakla ve anlam veremez bir halde beklerken bir anda olayın bambaşka boyutları ortaya çıktığında artık o noktadan sonrası ağzınız açık şekilde devam edebilir bilginize..

Martyrs, standart işkence veya zevk için öldürme konulu filmlerin çok dışında, bir amacı var ve bu amaç bence çok inandırıcı araçlar kullanıyor.. hikaye insanı etkiliyor.. sinirleri bozuyor.. ağlamak istetiyor.. yer yer işkence sahneleri çoğu insanın kaldırabileceğinden ağır bu da bilginiz dahilinde olmalı..  ama amaca hizmet açısından bakıldığında bence kesinlikle yerinde ve abartılı değil (örneğin Irreversible filmindeki aşırı şiddet sahnelerindeki o lüzumsuz hissini kesinlikle vermiyor).

 -kanlı sahneler çok fazla değil :P

Bu sert sahnelere hazırlıklı bir şekilde izlenirse (ve tabi bünye de elverişliyse) görülmüş görülecek en ilginç ve gerilim filmlerden birisi olduğunu kesinlikle söylemeliyim.. Öte yandan bünyesi almayan bir grup tarafından muhtemelen ilk yarım saatten sonrasından fazlasının izlenemeyeceği (bu kesim için ruh sağlığı açısından çok da zorlanmaması gerektiği) düşüncesindeyim..

Özetle, korku gerilim severler için kesinlikle izlenmesi gereken bir film diyorum..

Öperim efenim.. 

THE DOoR 7(+++)/10

 Tüm hayatınızı mahveden ve telafisi olmayan büyük bir hata yaparsanız.. ve devamındaki yıllarınızı bu hatanın verdiği vicdan azabı ve mutsuzluk içinde kıvranarak geçirirseniz.. ve bir gün size, geri dönüp, hatanızı telafi etmek ve kendinize yepyeni bir yol çizmek için ikinci bir şansı verilirse.. ve her şeyin olduğu gibi size hayatınızı geri veren bu fırsatın da bedelleri varsa.. eskimiş vicdanınızda, bu bedelin ne kadarını ödeyecek kadar yer kalmış olabilir..

Kapı, Almanyada yaşayan Türk yazar Akif Pirinççi'nin romanından uyarlanan 2009 Alman yapımı bir film.. Eşine ve kızına olan ilgisini ve sevgisini kaybetmiş bir ressam olan David, eşinin dışarıda olduğu bir gün kızını evde kısa bir süre yalnız bırakarak sevgilisinin yanına gider.. geri döndüğünde kızının cesediyle karşılaşır.. bir kaza olmuştur ve o anda David evde olmadığından kızının ölmesine engel olamamıştır..


Eşi tarafından terk edilen ve ardından 5 yılını vicdan azabı içinde geçiren David'in, hayatına son vermek istediği bir kış gecesinde ağaçların arasında karşısına bir kapı çıkar.. Kapıdan geçtiği anda kendisini kızının öldüğü anın biraz öncesinde bulur..

Şimdi eline geçen bu fırsatı kızının hayatını kurtarmak ve tüm acılarına son vermek için kullanacaktır.. Tabi ki bu kapıdan geçmenin bedelleri umduğundan ağır olacaktır..

Oyunculuk başarılı, senaryo başarılı, hikaye önce bildik gibi gelse de olayların gelişimi beklenilenden farklı.. izleyiciyi şaşırtması filmin başarısını pekiştiriyor..


Sanırım beklentisiz, hiçbir fikrim olmadan izlemiş olmam sebebiyle de olacak ki film beni oldukça etkiledi, heyecanlandırdı ve eğlendirdi.. kesinlikle sıkıcı da gelmedi ki son dönemde sık sık sıkılan bir insan olarak bu bence çok önemli bir durum..

Özetle, güzel film diyorum.. tavsiye ediyorum..

Sevgilerimle efendim..

HaNNA 6(-)/10

2011 yapımı Hanna’nın konusu özetle şu şekilde.. CIA iki karakterin (eski bir casus olan baba ve onun katil olarak yetiştirdiği kızı Hanna) izini sürmektedir.. Baba, kızını daha bebekken Finlandiyada insanoğlunun pek uğramayacağı ormanlık bir bölgeye kaçırmış ve medeni hayatın tüm nimetlerinden uzak şekilde, nasıl öldürüleceğine ve nasıl hayatta kalınacağına dair sıkı bir eğitim altında büyütmüştür.. Ve artık Hanna’nın medeni hayata dönüp, CIA’daki düşmanıyla karşılaşma zamanı gelmiştir..

Olaylar gelişir..

Hanna rolünde, daha önce Atonement ve The Lovely Bones filmlerinde izleyip hayran kaldığım ergen oyuncu Saoirse Ronan yine harikalar yaratmış, soğukkanlı bir katil ve bir yandan da genç bir kızı filme süper bir performansla aktarmış.. belki de filmin “izlenebilitesinde” en önemli etken soğukkanlı yüz ifadesi ve izleyiciye verdiği his.. dolayısıyla kendisine olan güvenimin ve beğenimin bir kat daha arttığını söyleyebilirim..

-acımasız katil hanna..

Daha önce de muhtelif filmlerle beğeniyle izlediğim ama yine de aşırı yetenekli olduğunu düşünmediğim Eric Bana baba, her daim hayranlıkla takip ettiğim Cate Blanchett ise babanın can düşmanı CIA görevlisi Marissa rolünde.. Her ikisinin performansı da başarılı, etkileyici.. Yine de bu iki karakterin hikaye içindeki rollerinin çok da belirgin olmadığını, bu iki insanı çok iyi tanıyamadığımızı ve hikaye içinde kaderlerinin çok da önemli olmadığını söyleyebilirim..

Aslında genel konsept olarak bakıldığında kesinlikle ilgi çekici ve daha sağlam bir senaryoyla çok çok başarılı olacak bir film iken (zira katil olarak büyütülen 16 yaşında bir kızın koskoca CIA ordusuna karşı durması pek çok filmde rastlanılan bir hikaye değil, dolayısıyla konusuyla ayırt edilebilecek bir film) baştan sona bana göre basit ve yer yer gereksiz uzamış kovalamaca sahneleriyle dolu olması, finalinin filmin o sizi heyecanlandıran gidişatına göre çok basit kalması ve birkaç soru işaretinin maalesef cevapsız kalması (ya da benim o cevabı çıkaramamış olmam) filmin aslında çok daha vurucu olabilecekken daha “vasatın üstü” film listemde kalmasına sebep oluyor..

Saoirse_Ronan_Hanna_movie_image-koş hanna koş..

Yine de filmde bir iki çok başarılı çekilmiş sahne de yok değil.. açılış ve kapanış sahneleri ile ortada Hanna’yla düşmanı Marissa’yla (!!detaya giremiyorum) ilk karşılaştığı sahne kesinlikle çok iyi..

Özetle, hikaye ve oyunculuk çok çok iyi.. ancak cevapsız sorular, gereksiz uzayan kaç-kovala sahneleri ve tuhaf finalle kalbimizi ıskalıyor... Yine de son dönem izlenebilecek güzel filmlerden birisi..

Öperim.. 

CAMiLLE 6(+)/10

Bir garip, biraz romantik, biraz komik, biraz trajik, biraz maceracı, biraz gerçek üstü, biraz zombili ! bir film Camille..

Şartlı tahliye edilen bir hırsız Silias’la, ona küçüklüğünden beri aşık olan biraz saf Camille’in, evlenip Niagara Şelalesi’ne doğru balayına çıkmalarıyla başlar.. Silias, aslında Camille’e aşık değildir.. Camille sürekli konuşan, gülen, her daim neşeli ve geveze bir genç kızdır ve Silias’ın kafası  iyice şişmiştir ve katlanmakta zorlanmaktadır.. Ancak Camille, Silias’ın bu durumuna karşı aşkından tamamen körleşmiştir.. Silias’ın herşeye rağmen yaptığı bu evliliğin arkasında başka sebepler yatmaktadır.. Balayı yolunda yaşanan sürpriz bir gelişme, normal şartlar altında her şeyin bitmesi gereken noktada ikilinin balayı yapmasına engel olamayacaktır..

-Şelale yolunda.. Kızımız evlendiği için çok mutlu.. Sürpriz gelişmeye az kala..

Olaylar gelişir..

James Franco ve Sienna Miller’ın başrolleri paylaştığı film bir tuhaf duygu bıraktı bende.. Sıradışı bir senaryo çerçevesinde dramatik bir film izlerken olaylar birden doğaüstü durumların devreye girmesiyle daha duygusal bir hal alıyor.. Hiçbir fikrim olmadan izlemiş olmam sebebiyle de sanırım, film beni şaşırttı ve kendini izlettirdi..  
Franco’nun performansını her zaman beğenmişimdir.. Özellikle son dönemde Oscar’a aday filmlerden olan 127 Saat filminde gerçekten harika bir oyun çıkarmış.. Miller ise bence olağanüstü bir güzellik.. Oyunculuğundan önce güzelliği ile kendine hayran olduğum kadın..  İkilinin film içindeki uyumu başarılı..

-biraz da romantizm..

Bununla birlikte, absürd gelişen bir takım olaylar filmin inandırıcılığını ve romantizmi elbette baltalıyor.. Ama yine de bu durum bence finalde duygulanmanıza engel olamıyor.. Bir yandan da bakıldığında, filmin insanın ilgisini çekmesinin de en büyük nedeni aslında hikayenin umulandan farklı bir şekilde gelişmesi diye düşünüyorum.. Onun dışında ortalama bir film olduğu söylenebilir..

Tüm vasatlığına rağmen güzel bir final..

Bence böyle..